30 Aralık 2011

1. GERGEDANADAM ÖDÜLLERİ 2011

Birincisi gerçekleştirilmek istenen "gergedanadam ödülleri" altı kişinin oyları ile sahiplerini buldu, sahiplerinden habersiz. Yoğun ilgisizlikle gerçekleşemeyen ödül töreninde, evde ki halısının üstünde basına poz veren gergedanadam; "seneye görüşürüz" dedi.



Leyla ile Mecnun en iyi dizi olurken, Halil Sezai Paracıkoğlu en iyi çıkış yapan sanatçı, Model Grubu ise en iyi pembe mezarlık, Okan Bayülgen en iyi programcı, Redd grubu en iyi fikir (Van İçin Rock),  Hilal Cebeci en iyi pampiş,  Twitter yılın en iyi Türk televizyoncularını kurtaran site, i phone 4S en iyi pahalısı seçilirken törende bir ödül ilginç bir şekilde parçalara bölünerek verildi; Gazeticiler, Futbolda şike, sınavda şifre, atanamayan öğretmenler yılın en iyi ...







27 Aralık 2011

2.0.1.2




Dünyanın sonuna doğru, bir yılın daha üstüne çentik attığımız şu günlerde siz sevgili gergedanadam tayfasına yeni yıl sürprizi olarak bir bok hazırlamadık. Öyle ya böyle boktan şeylerle uğraşmanın alemi yok. Giren girdi zaten varsın 2012'de girsin! Biz de girelim... Biz niye girmeyelim?...

Yine de en sahte dileklerimle, yeni yıl denen "2012" hepinize mutluluk, sağlık, para, huzur, i phone 4S, i mac, bol kola, yenecek içeçek, kırmızı pabuçlar versin... En sevişgen yılınız olsun.. İyi seyirler...


Diplerde bir yerlerde bulunan not:  Sayfa tasarımı değişikliğini fark etmenizi ve fikrinizi söylemenizi umarık

21 Aralık 2011

DIŞARIDA YEMEK YEMEK


Açıyorum tiviyi, karşıma çıkıyor bir dizi... Herkes dört kere dört ciplere biniyor, evlerin en azı dubleks... Elde ayfon cebim telefonlar... Bir yemeğe gidiyorlar; boğaza nazır cam kenarı masa, farklı türden bin çeşit yemek ve içki türü! masada kuş bile var! Var evet ama onun da sütünün gelmesi beklenmekte gibi bir durum...



Mesela bizim öyle dışarıda yemek yeme gibi takıntımız hiç olmamıştı, bu durum bizim için bir zevk de değildi ayrıca ama yine de dışarı çıkıp bir yerlerde bir şeyler yeneceği zaman, bir heyecanlanma olurdu. Ama hiç öyle tivide izlediğimiz gibi değildi halimiz. Sipariş verme bölümünde aile büyükleri çocukların bütçe durumunu düşünemeyeceğini düşünerek menüden en az paraya yenilebilen bir tür seçerlerdi mesela. Çocuklar böylelikle   istediklerini yer içer bütçesi açılırdı.

Bir yemeğe misafir olarak gidilecekse hele, durum daha da garip bir hal alırdı. Siparişi vermek çocuk olarak bize bırakılmazdı zaten. Anne ne yenilebileceğini seçer, söyler garson abiye sonra sana dönerek onu yersin dimi? derdi. Başka bir şey mi yiyeceksin bak istersen ama? Sorusunun cevabı da kolaydır, çünkü yemekten önce tembih edilmiştir. Aman bak pahalı bir şey söyleme ben söylerim, doymazsan eve gelince salça ekmek yaparım ben sana... gibi..
.
Söylenen yemek bir porsiyon söylenir.Öyle ya hayvanlığın alemi yok! Söylenen yemekle de doyulmayacağı garantidir bu bir porsiyonların. Köfte söylesen kıçı kırık dört tane köfte gelir gele gele çünkü. Ama ayıp olmasın diye sineye çekilir o kıçı kırık dört köfteli doyulmayacağı garantili bir porsiyon. Fakat asıl olay bu ana yemeğin seçilişi değildir. Çünkü illa ki bir ana yemek seçilecektir ve yenecektir. Olay, bu ana yemeğin yanına ilave edilecek figüranlardır. İçecek bölümü benim için her zaman zordu mesela. Ben acayip bir kola bağımlısıyım ve fakat kolayı dışarıda içmem pek mümkün gözükmüyordu. Kola o diğer içecek türlerinden hep pahalıydı. Sanki restaurantlar tüm kar marjını kolaya bağlamışlar! Misafire ekstra hesap geçirmemek için ayranı seçerdim bende. Annemle göz göze gelirdik o anda. Ben onun gözlerinde ayranı seçmem gerekliliğini o da benim gözümde kola içmesem mi azcık ifadesini gözlerdi. Tabi illa ayran içilirdi. Hem ayran faydalı... Kolanın içinde böcek var bi kere, böcekten yapılıyor o...

Dışarıda yemek yeme faslının sonuna yaklaşırken, tatlı aşamasına gelinirdi. Hatta çoğu zaman gelinmez direk çay ya da kahve aşamasına transit geçilirdi... Çay, kahveye ne gerek var? eve gider yaparız, ayaklarımızı uzata uzata içeriz ulan! aşamasıyla biterdi çoğu zaman bu dışarıda yemek yemek durumu.

Bu durumun böyle olması zorunluluğu insana bir terbiye verirdi. Gel gör ki, ben şu an çocuk olsam ve bu tivide ki örnekleri görsem, o boğaz manzaralı cam kenarı masada oturmayı, kolanın dibine vurmayı, o sütü gelmesi beklenen ilk paragrafın latifesi ibne kuşu da isterdim. Ama iyi ki tiviyi kapatıp sokağa çıktığımda kendime getiriyor beni yaşam...




19 Aralık 2011

RADYO TİYATROSU NE GÜZEL ŞEY

Flashback ile başlayalım...

Yaşamımın ilköğretim yıllarının ortaokul devrine denk gelen zaman diliminde iken küçük bir odam, küçük odamda da ranza sistemi vardı. Üst katı bana aitti alt kat abimin lakin abim ile benim hatırlayabildiğim kadarıyla, ilkokul iki gibi şehren ayrılmıştık. Abim benden abi yaş aralığında olduğu için o üniversite devrine geçmişti. Ranzada ki alt kat ve üst kat tamamen benim egemenliğime girmişti böylece.


Ortaokul yıllarında gece en geç onbir gibi yatakta olma zorunluluğundan ötürü sıkıntı duyduğum zamanları yaşamaktaydım. Baş ucumda Almanya uyruklu pille çalışan aynı zamanda üst tarafında sarı aydınlatması olan, yeşil renkte bir radyom vardı. Onu ranzanın merdivenlerine bantlama sistemiyle sabitlemiştim. Geceleri çok erken yatma zorunluluğu uyurken müzik dinleme huyunu bana katmıştı. Açardım radyoyu ver elini Çelik... Genelde o dönemde epey bi Çelik çalardı radyolar.

Gecelerden birinde çişe gitmek amaçlı uyandığımda, hayrettir ki radyo açık kalmış! hayrettir ki diyorum çünkü annem mutlaka kapatırdı. Annem gece ben uyuduğumda açık olan tüm elektroniksel cihazları kapatır hep. Bu hala değişmedi. Mesela bilgisayar açıktır ve annem nasıl kapatılacağını bilmediğinden, direk fişi piriz ile olan birlikteliğinden koparma usulü ile kapatır. Dönelim o geceye, radyoda kimi garip sinemasal olaylar dönüyor. Bir cinayetten konuşuyorlar, karşılıklı diyalog şeklinde ilerliyor sohbet, çişimi unutuyorum kaptırıyorum hikayeye. Bir anda olayı kavrıyorum bu bir tür tiyatro gibi bir şey ve oynanan oyunun da konusunu anlıyorum. Uykudan eser kalmıyor gözlerimi zaman zaman kapatıp onların betimlemelerinden hayal gücüm elverdiğince kafamda canlandırmaya başlıyorum ve fakat git gide gerilimli bir hal alıyor bu durum. Az önce öldürülen adam hayalet olarak geri geliyor, onu öldürenlerden intikam alıyor ve benim uyanmama sebep idrar torbasının doluluğundan şikayetçi kanalizasyona bir an evvel kavuşmak isteyen çiş, giderek korkudan zorlamaya başlıyor, habersizce kaçtı kaçacak o derecede. Kapatmıştım hemen radyoyu gayet iyi hatırlıyorum. Kapattım kalktım ama nasıl bir korku var, hemen dua okumaya falan başladım tuvalete doğru ilerliyorum holde kırmızı loş ışık var o hol bana ızdırap oluyor tuvalet kapısının oraya gidiyorum mutfaktan ses duyuyorum, aslında duymuyorum da kesin bir ses gelecek o taraflardan bir yerlerden şizofrenik duygusu içine bürünüyorum.

Sonraki gün bu sefer bilerek ve isteyerek o programın başlayacağı saate denk gelmeye çalışmıştım. Yine denk gelmiştim ve sonuna kadar dinlemiştim. Sonraki gün de ve bundan sonra ki günlere de bu durumum değişmemişti yeni bir huy edinmiştim.

Geçenlerde film indirmek için sayfa sayfa dolanırken bir forumu Radyo Tiyatrosu başlığı dikkatimi çekti, çektiği anda sol tıkla girdim sayfaya. 150 kadar eserin indirme linkleriyle birlikte halka sunulan bir sayfaydı bu. Meraktan içlerinden bana en ilgimi çekebilecek bir oyun seçmeye ve indirmeye karar verdim. Alfred Hitchcock'tan Komşunun Hanımı oyununu indirmeye karar verdim, yine sol tıkladım, dosya saniyeler içinde bilgisayarımın masaüstüne şıp dedi damladı. Hemen açtım dinlemeye başladım. Oyunların süresi 60 dakikaymış bana o yıllarda baya baya uzunca gelirdi. 60 dakika pür dikkat yine gözlerim kapalı, onlar dublajı yapıyor ben kafamda çekiyorum filmi. Vay be aynı çocukluğumda ki gibi diyorum bu durumdan acaip bir zevk alıyorum. Ardından Bir İdam Mahkumunun Son Günü, Victor Hugo kaleminden çıkmış oyunu indiriyorum dinlerken gözlerim kapalı, uykuya dalıyorum gözlerim kapalı...
O eski huyuma kavuşmanın heyecanını yakalıyorum yııllar sonra. Sizlere de tavsiye ediyorum bu durumun güzelliğini yaşamayı.

Radyo tiyatrosu ne güzel şey!

18 Aralık 2011

İSTANBUL BENDEN DAHA İSTANBUL



İstanbul benden eğlenceli, İstanbul benden daha renkli, İstanbul benden daha karanlık, İstanbul benden kötü, İstanbul benden fesat, İstanbul benden güçlü, İstanbul zor, İstanbul benden daha kalabalık, İstanbul daha bi yalnız, İstanbul benden daha zavallı, İstanbul benden daha cesur, İstanbul benden daha salak, İstanbul benden daha komik, İstanbul benden daha da iri, İstanbul benden daha bi çıplak, İstanbul pahalı, İstanbul benden daha yaşlı cildi falan hep buruş buruş, İstanbul benden daha dürüst, İstanbul benden daha bi yalancı, İstanbul benden kat ve kat daha suçlu, İstanbul benden daha uzun, İstanbul benden daha yakışıklı, İstanbul kutsal, İstanbul benden daha bi efsane, İstanbul şiirin mısrasında, müziğin notasında, yazının virgülünde ve ben şimdi onu yazan adam... İstanbul aynı İstanbul...

24 Kasım 2011

SENİ BEKLERKEN

Bu adam tutacak demiştim! 


Tarihini tam olarak hatırlamasam da geçen sene Okan Bayülgen'in Disko Kralı programında tanıdım kendisini. Orada Okan Bayülgen ile Ferhan Şensoy belgeseli projemi konuşmak üzere bulunmuştum ve fakat o gün fena hastaydı kendisi biz de o zamanın editörü Aziz Kedi ile konuşmuş, görüşmüştük. Okan Bayülgen'e konunun ulaştığını dahi sanmıyorum bu arada. Neyse Reyhan hanım ile de bağlantı sağladım on8tv ile ilgili iş başvurusu da yaptım, mülakata falan da girdim bir şekilde ulaşacam "Kraliyet Ailesine".
Ulaşmak derken de Okan Bayülgen'e ulaşmanın Ferhan Şensoy'dan zor olması da endişe vericidir zira Ferhan Şensoy ile "İşsizler Cennete Gider" oyunu sonrası yanına gidip projeden bahsettiğimizde ki kendisi oyun sonrası acayip sinirli olabiliyor, ben sizi ararım dediğinde ciddi olduğunu ertesi gün öğlen vakti cep telefonundan araması ile anlamıştık. Hatta devrisi günü bizi "Ses 1885"'te, kuliste ağırlaması da bizim gibi henüz vasıfsız olan gençler için bir hayalin gerçekleşmesi demekti. Okan Bayülgen'e hala ulaşamadım ama henüz yılmadım bir insan bir şeyi gerçekten isterse olur derler boşuna bunu diyenleri göt etmek istemiyorum, hala bu konuyu çözmek için çabalıyorum. Belgesel projesini merak edenler varsa, paramızın olmadığından kaynaklanan aslında basit bir nedenle henüz tamamlanamadı ve kimse de yardımcı olmuyor... İçimi döktüm güzel oldu ama bu yazının konusu farklı sevgili tayfa... O adamdan bahsedelim biz...

Halil Sezai disko kralına katıldığında, onu ilk gördüğümüzde, acayip saç tarzı falan böyle bir cool duruş fena gıcık olduk tabi... Fakat sahneyi çıkıp iki tane şarkı söyledi elinde gitarla, hatırlayan bilir "İsyan" ve "Olsun" şarkılarını söylemişti. İşte o an değişti her şey. Programa asıl katılma nedeni "İncir Reçeli" filminin tanıtımı içindi. O gece orada ki herkes hayran olmuştu bile. Alkışlar delicesineydi...
Sonra youtube sayesinde tüm şarkılarını keşfetme durumu oldu hemen akabinde tanıtmaya başladım eşe dosta...
İyi ki ordaymışım ama hiç pişman değilim. O gece orada projemle ilgilenilmemesinden bile pişman değilim. Gayet eğlenceli bir gündü, hayallerimizin bir an çok kolay gerçekleşeceği hissine kapılsak da güzeldi işte o gün...

"Sonunda çıktı beyler!"

Sevgili Halil Sezai'nin merakla beklenen o güzel şarkılarının içinde bulunduğu albümü "Seni Beklerken" çıktı! Tüm müzik marketlerde! Şu an dinlemekteyim albümü muhteşem olmuş eline yüreğine ağzına sağlık usta...

Hatta an itibariyle şu şarkı tınlamakta;

2 Ekim 2011

YERLİ SİNEMA 1


Şu son bir kaç gündür sürekli olarak yerli filmleri izlemeye başladım. Bunun sebebi bu yıl yerli sinemadan bir kaç film dışında hayır gelmemiş olmasıdır. O bir kaç film ise; İncir Reçeli, Aşk Tesadüfleri Sever, Kaybedenler Kulübü, Gişe Memuru, Gölgeler ve Suretler'dir.

Halbuki o kadar fazla film yapılmıştır ki hepsi zarar ve ziyandır. Bu saydığım filmlerde asla bundan on yıl sonra hatırlanmayacak filmlerdir. Hatta unutulmuştur bile. Bu beş filmden de sadece bir yeni cevher çıkmıştır o da Halil Sezai Paracıkoğlu. Oyunculuğunun yanı sıra kendisi hakkında az biraz araştırma yapıp muhteşem şarkılarını keşfetmek yılın olayı olmuştur kanımca.

Her yıl olduğu gibi hiç korkutmayan aksine güldüren korku veya gerilim türünde filmler denenmiştir. Olmuş mudur? Olmamıştır. Kendilerine abi yapa yapa geliştiriyorsunuz gazını verenleri yanlarından uzaklaştırılmaları tavsiye edilebilir. Bu korkunç - gülünç filmlerde başarısız efekt denemeleri, üçüncü sınıf hatta dördüncü sınıf ünlü kadın oyuncuları soyup seviştirme yöntemlerini bulabilirsiniz. Filmin konusunu bilmeyipte bırakın konusunu ismini  bile bilmeyipte, o sevişme sahnelerini internetten izleyen binlerce kişi hedef kitleyse başarılı olunmuştur. Bu filmler günümüzde artık fragmanlarına da bir çift meme eklemektedirler ki, internete bilerek sızdırlan ve dağıtılan sevişme sahnesi hilesinin yanında bu da bir, filme adam çekme yöntemidir. Sanırsınız ki sürekli filmde sevişecekler! En fazla bir dakika sürer sahne. Erken boşalma sorunu sanırım.

Türk sinemasının seks filmlerinden kurtuluş dönemini hatırlayalım. Sinemamızı ayağa kaldıran Eşkiya, Her şey çok güzel olacak, İstanbul Kanatlarımın Altında, Ağır Roman, Propaganda, ve Kahpe Bizans filmleridir. Ardından Abuzer Kadayıf, Vizontele, Neredesin Firüze, Babam ve Oğlum, Gora, Hokkabaz gibi bununla birlikte en fazla bir iki film daha geliyor.

Peki neler değişti?

Mesela Mustafa Altıoklar bu kadar efsane filmlerden sonra neler yaptı? O şimdi Asker, Banyo, Beyza'nın Kadınları, Emret Komutanım... Son işlerinde en iyisi O şimdi Asker 2003 yılına ait bir filmdir. Ama içimizi ferahlatan şey değişmemiş, aynı kalmış olmasıdır. Ve eminim yeniden canlanacak yaşının ve yaşadıklarının da getirisi ile sağlam film - filmler yapacaktır.

Değişmekten neyi kastettiğimi tahmin etmişsinizdir. Örneğin, Sinan Çetin. Propaganda , Bay E ve Komiser Şekspir filmlerini kazandıran, Bay E hiç anlaşılmamış olmasına rağmen bana göre çok şey anlatan bir film olsa da her filminde devletin varlığını, politikayı, özel mülküyeti eleştiren yapıdadır bu filmler. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Ayn Rand çevirisi yapmış bir insandır. Ama günümüzde devre ayak uyduran ve anlaşılmayan tavırlara sahip olan bir kişidir. Hatta 2005 yılında Ferhan Şensoy ile Pardon filmini kazandırmıştır. Ne değişti veya neden değişti sanırım bunun cevabını bulamayacağım.

Günümüzde ise Cem Yılmaz gibi bir kurtarıcıya sahip olmamız tamamen şanstır. Yaptığı filmlerden asla unutulmayacak her daim iyi anılacak olanları şüphesiz ki , Hokkabaz ve G.O.R.A'dır. Ve yapmayada devam edecektir.

Recep İvedik olayına girmiyorum. Ama Şahan Gökbakar'dan umutluyum ve Dikkat Şahan çıkabilir kapasitesinde yeni bir şeyler yapacağına inanıyorum.

Yine umutlarımın sürdüğü bir diğer isim ise Ezel Akay'dır. Neredesin Firüze'de unutulmayacaklar arasındadır. 

Asıl babalara en son deyinmek istedim. Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, Ferhan Özpetek ve Zeki Demirkubuz. Bu babalara neden en son yer veriyorum? Çünkü ülkem bunu böyle yapıyor. Bu üstatlar malesef anlaşılamıyor, filmlerine seyirci gitmiyor. Sanatsal film denince nedense umursanmıyor. Çok durağan geliyor, sıkıntı yapıyor kimisine. O durağanlıktan bir anlam çıkartamıyor. Meme görmek istiyor ya da gülmek. Hatta mümkünse ikisi birden. Merak etmeyin bu babalara layık olan bir yazı sadece "onlar" olan bir yazı yazacağım. Ama bu yazı kadar okunmayacak... 

Bu konuda daha yazacak çok şey var, bu yazının ikincisi hatta üçlemesi yapılır... 



26 Eylül 2011

Üşüyoruz Reis!

Tarih: 26 Eylül 2011 Pazartesi 00:50
Mekan: Habertürk Taksim

O gece arkadaşlardan ayrılıp eve geldim. İlk işim fanı canı istediğinde çalışmaya başlayan bilgisayarımı açmak oldu. Bilgisayar açılırken tuvalete gittim. Tuvalet lavabosu tıkalıydı ve biriken su tüm gün karışmamıştı İstanbul kanalizasyonlarına. Odaya geri döndüm ve beklendiği gibi bilgisayarım artık hazırdı.
Sosyal paylaşım site hesaplarımın kontrolünü yaparken Twitter'da Redd grubunun aşağıdaki yazısını gördükten sonra başladı olaylar.

Evimiz taksimdeydi ve Habertürk'te taksimdeydi. Redd grubunu şu yalancı dünyada doğru işler yapan kişiler olarak gördüğümüzden onlara babamın yazmış olduğu "Mustafa Kemal'in Mucize Ordusu" kitabını hediye etme fikri geldi aklımıza.

Koşarak dışarı fırladık, hava şartları çetindi. Habertürk binasının önüne kısa zamanda geldik. Kapıda duran iki güvenlik görevlisinin dikkati bizde toplandı. Kısa selamlaşmadan sonra şu anda yayında olan programın konukları Redd grubuna kitap getirdiğimizi, hangi kapıdan çıkacaklarını sorduk. Görevli ise şu an bir yayın olmadığını, stüdyonun boş olduğunu belirtti. Nasıl olur? Şu an canlı yayındalar, sanırım sizlerin haberi yok giydirmesinden sonra daha fazla muhattap olmayarak az biraz ilerleyip kaldırımda beklemeye koyulduk. Esen rüzgar, soğukluğunu iyiden iyiye hissettiriyor, beden ısımızı git gide düşürüyordu. Ben bir yandan görevlilerin davranışına uyuz olurken, bir yandan da Redd grubuna Twitter'dan bu olayın nasıl olduğunu soran mentionlar atmaya başladım.

Sevdiceğimden programın bittiğinin teyidini aldıktan kısa bir süre sonra Doğan Duru'nun bana cevaben attığı  aşağıdaki mentionu, Messi'nin orta sahadan topu alıp dört - beş kişiyi çalımlayıp güzel bir plase ile topu ağlarla buluşturduğu o maçta ki gol sayısını dörde çıkardığı gibi bir durum meydana geldi. Artık yapacak bir şey yoktur ya hani... İşte öyledik...


Bir gün gelecek ve karşılaşacağız. İşte o zaman dünya daha yaşanabilir bir hale gelecek...
Ama gülmeyin bence bize...

Gülmeyin dedim!

24 Eylül 2011

Ricky Gervais

O bir dahi! O tüm zamanların en komik, en cesur ve en rahat komedyeni - yazarı - prodüktörü - oyuncusu. Biraz da terbiyesiz olabilir...

Ricky Gervais ülkemizde pek az kitlece bilinen ve takip edilen bir... (Yukarıdaki ünvanlardan birini kullanın).
Ben  iki yıl önce The Invention of Lying (Yalanın İcadı) filmini izlediğimde tanıştım  kendisi ile. Düşünüldüğünde sıradan bir konuymuş gibi gözükse de filmde bu sıradan konu hakkında ciddi sorgulamalar, sağlam tezlere dayanılarak sunulmuştu. Yeni bir oyuncuyu keşfetmemin verdiği sevinç daha sonra sadece oyuncu olmadığını öğrenişim ve saygımın da git gide artması gibi buna bağlı sistemlerde gelişen olaylar birbiri ardına dizildi.

Kendisini daha sonra Golden Globe ödül töreni, The Simpsons, Conan O'brien, Ghost Town, The Office ve son olarak Emmy ödül töreninde izledim. Burdan herkese sesleniyorum! Bu adamı takip edin ve yaptığı işleri izleyin! Hayata bakış tarzınız ne olursa olsun, farklı pencereler bulmaya çalışın. Böylece diğer seçeneğinin aslında hep var olduğunu göreceksiniz.

İşte size Türkçe alt yazı desteği sağlanmış Golden Globe sunuculuk performansı;






15 Eylül 2011

HAYKO CEPKİN RÖPORTAJ


“HAYKO CEPKİN RÖPORTAJ”


BERK UÇAR & ÇAĞRI ÖZTÜRK


22.03.2010





BERK UÇAR: Sahne sanatlarından bahsedelim ilk olarak. Dekorlarınız ki son olarak Bostancı da damarlı bir dekordu, Rock’n Coke da plastik makyaj kullanımı vardı, bunlar hakkında bilgi verir misiniz?

HAYKO CEPKİN: Mesela Bostancı’daki 14 metreye 8 metrelik bir beyin hikayesiydi. Beynin içerisindeki bir delikten çıkıyordum sahneye. Ve o beyin içerisinden tut sarkıtılan damarlara kadar içerisinde hortum sistemiyle gıda boyaları da eklenmiş yani çalışan bir sahne dekoru yaptık. Mikrofon sehpasından çıkan boyalar esnasında bütün o arkadaki beyinlerden akan kan efektleri vardı. Damarları koparttığınız zaman onun içinden akan kan efektleri verdik vs… Çok kanlı Revanlı bir konserdi. Bunu aslında bizim çalıştığımız Dükkanül Hayal ekibiyle gerçekleştirdik. Onlar zaten heykeltıraşlıktan gelme ve plastik makyaj üzerine şu anda dünyanın 6. Büyük stüdyosu olarak geçen bir oluşum. Onlarla beraber ilk albümün başlamasına 1 yıl olduktan sonra tanışma fırsatı bulduk. Zaten onlarla aynı kafada adamlar olduğumuz için oturup ne yapabiliriz? Ne elde edebiliriz? Bunu görsel olarak nasıl sunabiliriz? Diye bir danışıklı dövüş hikayesi içerisine girdik. Çünkü onlar da zaten Türkiye’de bu tarz bir sektörün ya da sinema sektörü üzerinde belirli bir kesimde kullanılmasından muzdaripti. Böylece daha gözüken, daha kullanılabilen geniş kitlelere ulaşabilecek neler yapabiliriz? İnsanlara neler gösterebiliriz? Diye hareket etmeye başladık.

BERK UÇAR: Bu seneki konser peki bostancıdaki lansman konseri?

HAYKO CEPKİN: Bu seneki konserimiz netice itibariyle o büyük dekor dediğimiz şeyi her yere götürebilme imkânımız olmadığı için sadece mesela Bostancı Gösteri Merkezine uyguladıktan sonra o bütün üzerine yuvalarının kazıldığı, straforlar falan her şey satıldı netice itibariyle onları saklayabileceğimiz depolar yok bir alana koysan yağmur çamur heba olacak şeyler… Zaten üzeri birebir el yapımı plastikti. Üzerine yapıldığı için bir müddet sonra bozuluyor zaman içerisinde. Tekrar tekrar kullanım şansın yok. Onları elden çıkarttık. Sonra zaten Anadolu’yu vs dolaştığın zaman insanların internet üzerinden bu Bostancı gösteri merkezi gibi şeyleri seyrettiği zaman işte onlara ulaşamama, aynı gösteriyi sunamama durumundan dolayı onların üzüntüsü söz konusu oluyordu. Benim için de aynı şey söz konusu. Sadece yarattığım taşınabilir bir obje bir mikrofon sehpasıyla birtakım görseller sunmaya çalışıyordum. Onun dışında dekor olarak bir şey yapamıyordum. Bu seneki amaç taşınabilir obje adedini biraz daha arttırıp gittiğimiz mekana göre daha arasını açıp daha arasını kapatıp daha komin ya da daha geniş kullanılabilecek bir yaşam platformu kurmaktı herkese. Onun dışında da zaten içerisinde kendimize ait efektif ışık sistemleriyle…

BERK UÇAR: Bu seneki de bir lazer şov aslında.

HAYKO CEPKİN: Evet gittiğimiz mekanda mesela bizim o yaptırdığım beyaz kabinler aynı zamanda bir ışık makinesi. Kendi içerisinde par ışıklar var ve hani is ve karanlık olduğu zaman arkada 4 tane uzun yukarıya doğru bir hare oluşturuyor. Böyle bir sahnede üç boyut yaratmak peşine düştük. Böylece gittiğimiz herhangi bir mekânda bunu karşılayabilecek yani ışık olarak bizi tatmin edemeyeceğini düşündüğümüz bir yer var ise en azından kendi kullandığımız objelerle bu ışık sisteminde bir fayda, görsel olarak bir fayda sağlayabilmek gibi bir hedef belirledik. Onun dışında da genel sahnede kullanılan lazer sistemi zaten bu sene yaptırmış olduğum mikrofon sehpasında lazer sistemi var.

BERK UÇAR: Sahnedeki mizansene girelim. Sizin şarkılarla oluşan bir mizanseniniz vardı…

HAYKO CEPKİN: O mizanseni yine aynı bünyede aynı kalıp içerisinde sunabilmek için mesela geçmişteki iki albümün parçalarını son yaptığımız albümün formuna uygun halde tekrar düzenledik. Fazladan yapmış olduğunu düşündüğümüz bölümleri çıkardık, eksik kaldığını düşündüğümüz yerleri değiştirdik. Son bölümü koyduk, baş kısmını değiştirdik. Ortasını değiştirdik. Daha önce açık gitar kullanıyorduk bu iki albümde. Bu seneki albüm içerisinde daha keskin gitar yürüyüşleri koyduk. Daha keskin davul yürüyüşleri söz konusu olduğu için ilk iki albümün formunu da genel olarak değiştirdik. Yürüyüşleri vs. de değiştirdik ve arka arkaya bir konser boyunca sıraladığımızda, albümün şarkılarını birbiri ardına çaldığımızda birbirine bağlantılı bir hikâye yine ortaya çıktı. Hani gene aynı beden dili kullanımı hikâyelerin anlatıldığı yere uygun şekilde yine kullanılacak aynı şekilde.

BERK UÇAR: Peki makyaj? Anlamları nedir?

HAYKO CEPKİN: Geçtiğimiz dönemde büyük makyaj kullanıyordum. Aslında bu sene de kullanabilirim ama şu anda canım hiç büyük makyaj yapmak istemiyor. Mesela bu albümde biraz daha kabullenmiş bir hava olduğu için onun için büyük makyaj kullanmak istemedim. Ama sahne büyük makyajı kaldıran bir yer. Çünkü netice itibariyle kalabalık bir seyirci kitlesi seni seyrettiği zaman, en arkadakinden en öndekine kadar mimiklerin doğru şekilde algılanmasını sağlamanın tek yolu büyük makyaj kullanmaktı. Aslında bir tiyatro kuralı bir sahne kuralıdır bu. Şu anda küçük makyaj kullanıyoruz. Ama bu ilerde değişiklik gösterebilir, büyük makyaja geçebiliriz diye düşünüyorum. Ama mesela şuan hiç canım istemiyor. Onun için kullanmıyorum.

BERK UÇAR: Makyajlarda mizansen içendeydi zaten, Zaman geçti ile bitiriyordunuz o sırada makyajlarınızı siliyordunuz gibi...

HAYKO CEPKİN: Ama bu seneki mizansen işte kabullenip gidiyorlar. Sahnenin hikâyesi bu aslında.

ÇAĞRI ÖZTÜRK: Peki bu sahne, dekor makyaj arkasında bir ekip var mı? Yoksa sizin yaratıcılığını mı?

HAYKO CEPKİN: Birincil olarak projenin tüm beyni benim. Her şeyi ben tasarlayıp ben düşünüyorum ona karar veriyorum. Bu seneki mikrofon sehpamız lazerli olacak. Bu seneki duruşumuz böyle olacak. Bu seneki halet-i ruhiyemiz böyle olacak. Ruhen de karar veriyorum mesela. Bu seneki kıyafetlerimiz işte kıyafetlerimizin bizde yaratacağı görsellik duruşum bu şekilde olacak. Dekorlarımız bizi bu şekilde yansıtacak. Bilmem ne olacak vs. Bunların da ehli adamları var. Nedir o işte mikrofon sehpası zaten maslak sanayide yapılan bir şey. Orada Maslak sanayi 9. Sokak, 2. Kısmı dediğimiz bölüm ki sanatçılar sokağı olarak geçiyor orası. Orada mesela torna bölümümüz var mesela. Her şey tek tek el işçiliği sahnede. Netice itibariyle çünkü öyle bir kalıp yok. Mikrofonda lazer sistemi kullanmaya karar verdim sonuçta bunun içerisine kaç amperden kaç lazer, kaç voltluk bir enerji ihtiyacı var? Ve kaç amperlik bir ışık vermesi lazım ki insanların gözüne geldiği zaman rahatsızlık vermesin. Onun 1 liralık olanından 2500 lira olanına kadar her türlü araştırılmıştır o sokakta. Tüm malzeme hakkında bilgimiz var.

BERK UÇAR: Hangisine karar verildi?

HAYKO CEPKİN: Sanayi tipi böyle çok acayip çok ufacık ucu olan ama aynı zamanda kendi içerisinde bir volt sistemi olan bir sanayi lazeri kullanıldı. Bunların hepsi kendi voltları içerisinde bir amper sistemi yaratılıp işte mikrofon sisteminin göbeğindeki o dolmacığın içerisine komple yerleştirildi. Yuvanın altına kadar olan kısımda komple enerji kaynağı var. Çünkü mikrofon sehpasının ayağının sabit olmasını istemedim, elime asa gibi alıp dolaşmak istiyorum. Bu sebeple komple çalışan bir mekanizma yapıldı. Geçen seferki mikrofon sehpasının altında gövde de kompresör vardı. Çünkü Boya fışkırtan bir sistem vardı üzerinde.Orada marangoz elektrik ve torna sistemi üzerine 3 tane ustamız var. Orda o sokakta o işlemler yapılıyor. Ondan sonra kıyafetler mesela bu sene tam anlamıyla bir modacıyla çalışma durumuna geçtik. Çünkü geçen senelerde boya kullandığımız için at – kullan tarzı kıyafet sistemi gerekiyordu ve turnede olduğun için o boyayı nasıl temizleyebilirsin? Hangi kuru temizlemede? Kuru temizleme gıda boyasını çıkarıyor mu? Kıyafetler geldi mi gitti mi? Böyle bir şeyin imkânı yok. Onun için en ucuz sistemli tişört kıyafet falan filan vs. Bir kolay sistem ayarladık. Hem görsel olarak güzel gözüksün hem de konserden sonra hemen çöpe atılabilsin diye. Bu sene öyle pislenme durumumuz söz konusu olmayacağı için sabit bir kıyafet işine geçtik. Hatice Gökçeyle çalıştık. Ondan sonra bu konuyu da zaten ekip çok merak edildiği için kendi internet sitemize de yapım aşamasında olan Hayko cepkin.com da ekip kısmı olacak ve orada 21 kişilik bir görsel ekip sunulacak. Bu da işin gözüken kısmı 21 kişi. Onun dışındaki şirket nezli ve onun dışındaki çalışanlarımız ayrı ama bu sahne dekor tasarım kılık kıyafet saç makyaj vs. alakalı olacak. 21 kişilik ekibin bir görseli olacak. O görsel üzerinden de kim işte bununla alakalı bilgi almak istiyorlarsa kişi üzerine gelip onun hakkında görevi neyse tık kendi linkini tıklayıp onunla iletişim haline geçebilecekler. İnsanlar kim yaptı bunu diyor mesela. Onu yapan adamın bence bilinmesi gerek. Normalde herkes saklıyor. Kimse kullanmasın diyor o adamı. Sadece benim adamım olsun gibilerinden. Öyle bir şey yok. Zaten çalıştığımız adamların hepsi feci derecede idealist adamlar. Zaten yapmak istemediği şeyleri kimseye yapmıyor. Birinin oraya benim böyle bir fikrim var deyip gitmesi lazım. Olay bu. Çünkü ben öyle gidiyorum. Benim böyle bir fikrim var bunu yapabilir miyiz diyorum? Soruyorlar zaten tasarım okudun mu diye? Hayır sadece hayal gücüm geniş diyorum…

BERK UÇAR: Ama sizin zaten bu yaşamdan da kaynaklanan bir şey galiba... Eğitim hayatınızda aile hayatınızda problemler oluştu seçtiğiniz yolda...

HAYKO CEPKİN: Şimdi abuk sabuk şeyler düşünüyorsun çocukluğundan beri. O abuk sabuk şeylerin işine yarayacağını düşünmüyordun o zaman. Onun için bir garip bakıyorlar sana. Şimdi mesela herkesin söylediği şey şu: O zaman dalga geçtik şimdi dediği her şey oldu. O zaten benim elde etmek istediğim cevaptı.

BERK UÇAR: Sizin endişeniz var mıydı bu konuda?

HAYKO CEPKİN: Hiçbir zaman olmadı.

BERK UÇAR: Peki ailemden ayrılıyorum diye? Sonuçta verilmesi çok zor bir karar…

HAYKO CEPKİN: Tabi nasıl yaşayacaksın diye bir endişe vardı başta. Sonrada bu işi nasıl yaparım nasıl tuttururum gibi bir endişeye bir tek ’99 depreminde düştüm. O dönemde tekrar nasıl ayağa kalkarız ki zaten o dönemde müzisyen olarak değil de klavyeci olarak yaşamımı idame ettiriyordum. ’99 da gece hayatı bitti barlar kapandı eğlence sektörü yas dolayısıyla her şey kapandı.

BERK UÇAR: Sizde hatta kendi projenizi yaparken her şeyi hazırlayıp durgun olan bir dönemde girdiniz solo albüm fikrine.

HAYKO CEPKİN: İyi bir klavyeci olarak geçiyordum piyasada. Yani yerime koyacak klavyeci kimse düşünmüyordu.

BERK UÇAR: Kİ zaten çalıştığınız isimler de Demir Demirkan, Aylin Aslım…

ÇAĞRI ÖZTÜRK: Ben bir şey merak ediyorum. İlk çıktığınız zamanlar böyle şey oldu. Aslında çıkartmayacaktı. Yakın çevresinde beğenildi sonradan baskı yapıldı o sebeple solo albüm çıkardı gibi bir şey vardı.

HAYKO CEPKİN: Yok öyle bir şey yok Ben sıkıldım birazda aslında. Klavyeci olarak hayatıma devam etmek çokta mantıklı gelmedi bana. Yapmak istediklerimi klavyenin arkasında çokta fazla yapamıyordum. Zaten klavye sabit bir makine, Benim artık en son geyiğim marangozda bir tekerlek yaptırıp yakında dolaşacaktım dememdir. Mesela albümü o dönem çıkarmasaydım o dönem aklımdaki şey klavyeye yay sistemiyle yatar kalkar sistemiyle klavye ayağı yaptırmaktı mesela. Birçok şey düşündük o dönem neler geldi aklımıza ama çok zordu, Allahtan albüm çıkarttım. Hangi ustaya gitsem oğlum nasıl bir şey bu? diyordu. İşte ben bu fikirlerimi gerçekleştirebilecek adamları bulmak için albüm çıktığından beri böyle bir imkânı elde etmek istiyorum diye sürekli sinyal röportaj veriyordum. Dükkanül hayal i de bu sayede buldum zaten. Okudukları röportajda adam böyle bir şeyler istiyor hani adres biziz diyorlar. Biz senin aradığın adam olabiliriz. Böyle işler yapıyoruz. Ağabey nerdesiniz diyorum yani bir senedir. Ki bilmiyorum var mı böyle bir sektör. Neticede çalıştığımız torna ustaları da sinema sektörü için çalışan insanlar. Gidip her hangi bir tornacıya yaptıramıyorsun.Sektöre kafa yormuş adam. İşte bizim işlerimizi yapacak adamın bu kafada olması gerek. Bir sürü matematik dönüyor aslında işin içinde.

BERK UÇAR: Kliplere değinelim birazda. Hayko Cepkin ilk klipten itibaren aslında hepsinde tabi performans klipleriniz de var arada ama genelde bir senaryo olsun farklı bir şeyler olsun farklı bir duruşumuz olsun dediniz…

HAYKO CEPKİN: Fikir olsun az bütçeyle de çekebiliriz düşüncesiydi brasda. Yani sistem böyle işliyor. Klip çekmek maliyet ve o maliyet şirket tarafından karşılanmıyor. Şu ana kadar 12 klip var ve bunun 8’ini 9’unu ben çektim. Bu kazandığın her şeyi mesleğine yatırmakla alakalı. Şu ana kadar bu iş için harcadığım parayı biriktirmiş olsaydım bir ev sahibi olurdum. Ama o zaman bu röportajı da yapmıyor olurdum. Aradaki fark budur. Mesleğime yatıran biriyim.

BERK UÇAR: En sevdiğiniz klip yani işte bu oldu dediğiniz klip hangisi?

HAYKO CEPKİN: İlk klibimiz Ay klibi. Yalnız kalsın ı çok severim. Bu son klibi çok seviyorum. Zaten ilk klibi çeken Levent ağabeyle yeniden buluştuk. Çünkü o Almanya’ya gitmişti. Geçtiğimiz günlerde kesin dönüş yaptı. Görmüyorsun’u klip olarak severim. Çünkü o sal ve uzayda gitme durumunu hiç efekt kullanmadan sadece ışıkla yapılmış olması beni şok etmişti. Vay dedim ne ışıkmış. Mesela orda da Smith vardır oradaki dekorları yapan adamdı. O da çok acayip bir adamdır.”Yol gözümü dağlıyor” daki o sıvıyıda o yapmıştır…

BERK UÇAR: O sıvı nedir?

HAYKO CEPKİN: Söylemem. (gülüşmeler) Arapsabunu.

BERK UÇAR: O klipte bir noktaya çok eleştiri geldi. Hani sıvı çok güzel o kalkış sahnesi çok güzel mimikler süper ama o arkadan geçen ışık nedir?

HAYKO CEPKİN: Evet o maalesef kötü bir ışık oldu. Kaldıralım dedik ama orada karanlığın içerisinde kafanın nerede olduğunu göstermesi gerekiyordu. Hiç ışık olmadığını düşün orada karanlığı göremezdik. Diğer klip olarak Melekleri severim.

BERK UÇAR: Meleklerde mesela direk görsellik ve senaryo…

HAYKO CEPKİN: Orada hayvanlar sağ olsun çok yardımcı oldular. Kedi köpek orada gerçekten ekstra bir görsellik sağladı. O kedi özellikle oynuyordu resmen. Gel dedin mi geliyordu git dedin mi gidiyordu. Çok acayipti.

BERK UÇAR: Ölüyorum klibi?

HAYKO CEPKİN: Ölüyorum klipine taparım.

ÇAĞRI ÖZTÜRK: Hayko Cepkin oyunculuğunun da parladığı kliptir.

HAYKO CEPKİN: Ben zaten kısa film çekmek istiyorum. İşin özü bu aslında.

BERK UÇAR: Hayko da bir olgunlaşma var. Mesela Okan Bayülgen’e ilk çıktığınızda Evanescance olayı vardı. Türk grubundan yabancı bir grubun tırsması gibi çıkışlar var. Bu kafa yapısından uzaklaştı mı Hayko Cepkin onu merak ediyorlar? Biraz kullandığınız üslup değişti mi ya da daha sakinleşti mi sanki?

HAYKO CEPKİN: Soruya göre al cevabını durumu her halükarda sabittir. Sen bana öyle şey sorarsan aynısını ya da daha fazlasını aynen geri iade ederim yani. Olgunlaşma deyince biraz daha geri çekildi gibi gözükebilir, ama öyle bir durumda içimde tutarsam akşam uyuyamam yani. Yerimde dönerim yani. Eğer verilmesi gereken bir cevap varsa veririm yani. Orada bir değişiklik olmaz.

BERK UÇAR: Diğer sorumuz altyapıyla ilgili olacak. Hayko Cepkin altyapıdan besleniyor. Sizin en sevdiğiniz şey ev stüdyosunda kendi müziğinizi yapmak. Ama bunu konserde de kullanıyorsunuz. Konserlerde gitar basgitar canlı olarak çalınıyor mu yoksa onlarda mı introdan mı geliyor gibi bir soru var? Ya da bu intro olayı nasıl yapılıyor? Kim mikserin başında mikser sahnede mi? Siz mi kontrol ediyorsunuz yoksa sahne dışında mı?

HAYKO CEPKİN: Mikserin play- stop u bizim elimizde. Çünkü sahnede bir aksaklık olduğu zaman pedal çıktı bozuldu yani duruma göre çünkü o durma sistemini “Tayfuuuunn” diye yapamayacağım için o sistem bizim elimizin altında. Ama onun dışındakiler hepsi tonmaysterın elinde. Altyapı kullanmamızın sebebi sahnede klavyecinin hiçbir zaman istediğim gibi olmayacağından dolayıdır. Kendim gibi çalacak bir klavyeciye ihtiyacım var. Öyle bir klavyeciyi de Türkiye’de tanımıyorum. İyi klavyecilerin çok iyi olduğunu biliyorum ama sahne klavyecisi başka bir şey yani. Ama bunun dışında basla gitar komple canlı. Yani orada çalınan bütün enstrümanlar canlı. Albümün içinde kullandığım efektif klavye ve tonların hepsi altyapının içerisinden geliyor ki ekstra hacim sağlayabilelim. Bu dünya standardında kullanılan bir şey. Bunu Rammstein da kullanıyor Muse’da kullanıyor..

BERK UÇAR: Eğitiminizden bahsedecek olursak “genellikle kötü bir öğrenciyim” demiştiniz. Ama Timur Selçuk’tan eğitiminiz var nasıldı o dönem?


HAYKO CEPKİN: Timur Hoca’dan eğitim almaya karar verdiğimde yani usta olarak biliyorum, ama televizyonda seyredemiyordum. Ama sonra kendisini birebir tanıma imkanı bulunca kendi müzikal kurallarını yaratmış kendi şifrelerini oluşturmuş ve anlamadığım bir çok konuyu bana anlatmış “ Ya ne kadar da basitmiş” dedirten hocalardan bir tanesidir. Çünkü kendi müzikal kurallarını yaratmış kendi müzikal sistemini kurmuş. Tonlarca şeyi ondan öğrendim. Doğru nefes kullanmasını, diyaframı doğru kullanmasını bile ondan öğrendim. Benim için son derece faydalı 2.5 yıl oldu. Geçenlerde de bir belgesel çekiliyordu benim için. Timur Hocayla görüşmüşler. Ben hatırlamaz belki dedim ama hatırlamış hocam beni, çok mutlu oldum.

BERK UÇAR: İnternet albümü için neler düşünüyorsunuz?

HAYKO CEPKİN: Ben bunu yapmaya yani elde tutulabilir bir şeyi yapmaya devam ederim diye düşünüyorum. Bilgisayara yüklenmiş bir şeyi çok ellemiyorsun ya. Yani insanların bilgisayarlarında 50 GB lık arşivleri olabilir ama onları dinlediğini düşünmüyorum yani.

BERK UÇAR: Sizin şarkı besteleme metodunuz nedir?

HAYKO CEPKİN: Şarkı bestelemede ters çalışıyorum. Sözün üzerine müzik yapmıyorum. Önce müziği yaparım. Sonra müziği dinlerim… Bana ne anlatıyor bu şarkı? Derim. Üzerine de söz yazarım.

BERK UÇAR: Bu da zor bir şey tabii.

HAYKO CEPKİN: Berbat bir şey çünkü. Şarkı diyelim bana ölüm anlattı. Temayı zaten bire indirgedim. Parçanın belli bir ritmi var zaten kendi içerisinde. Bu kalıbı bozmadan belli bir şekilde anlatacaksın. Saçma yani.

BERK UÇAR: Hayatınızda hiç şu ana kadar cover yapmadınız. Sahnelere de cover çalarak çıkmadınız. Bu seçtiğiniz yol aslında zor bir yol çünkü farklı müzik ve sahneniz var…

HAYKO CEPKİN: Kendi konser projemizde hiçbir cover parça çalmadık.

BERK UÇAR: Bu çok zor bir şey değil mi aslında?

HAYKO CEPKİN: Zor bir şey çünkü seni hiç dinlemeyen birinin senin hiç bilmediğin şarkılarını 1,5 saat dinlemesini bekliyorsun yani. Sana şöyle bir örnek veriyim. Çok sevdiğim bir grup… Türk bir grup. Albümünü çok beğendik. İşte konserleri vardı. Arkadaşlarla gittik dinlemeye çocukların parçalarını dinleyeceğiz diye. İlk parçaları Losing my religion’la girdiler… Çıktık. Ben onların şarkısını dinlemeye gittim yani. Ben oraya beni adapte edecek üş beş şarkı dinlemeye değil onun şarkısını kafadan girip onun yüreğini görmek isterim. Ben öyle bir mantıkta değilim. Benim şarkılarım bunlar arkadaşım. Seni yakalamak için işte gönüllerde taht kurmuş bir rock parçası çalmak zorunda değilim. Çalarım yaparım çok kolay seversin beni. Beni sevmeye karar verdiysen ben sana ne kadar emek harcıyorsam sende bana o kadar emek harcayacaksın. Karşılıklı bir emek söz konusu.

BERK UÇAR: Kemikleşmiş bir hayran kitlesinin olmasının sebebi bu sanırım.

HAYKO CEPKİN: Kesinlikle… Bende onlara emek verdim onlar da bana emek verdiler.

BERK UÇAR: Tasavvuf, sufi, deyiş, ağıt… Bu tarzlara bir kayış var mı? Gerçi bir örneği var sadece ama son albümde iki şarkıda çok güzel ses çıkışlarınız var. Başka projeler de olabilir mi?

HAYKO CEPKİN: Zaten kendim içinde kayıyorum bir yerlere. Bu albümde özellikle Gazel geçişleri var. Bu melodileri seviyorum. İşin özü bu. Duymayı da dinlemeyi de seviyorum. Birde artık söyleyebildiğim için söylemeyi de seviyorum. Daha doğru bir gırtlak kullanmaya başladım. Eskiden çıkamadığım 1 oktav daha çok rahat çıkabiliyorum. Bundan sonraki projeler içinde şarkıların durumuna bakar. Bu melodileri seviyorum.. Benim içimi acıtıyor. Benim içimi acıttığı müddetçe karşı tarafa da aynı derecede geçebileceğini düşündüğüm melodi kalıbı yani.

BERK UÇAR: Bundan sonra gelen tekliflere karşı tavrınız ne olur peki?

HAYKO CEPKİN: Yani içerisinde bir nemalanmak onu kullanmak, ondan faydalanmak gibi bir hedef yoksa projede olabilir.

BERK UÇAR: TRT’deki bu şekilde algılandı mı sizce?

HAYKO CEPKİN: Algılanamadı. Algılanmak üzereyken biz bunu engelledik, ben hiçbir gazete röportajını ve hiçbir televizyon programını kabul etmedim. Ondan sonra çok güzel patlatabilirdim olayı. Televizyona çıkıp “ Biz bunu böyle yaptık çokta beğenildi evet güzel oldu” şeklinde bir söylemde bulunmadık. Sonra mesajlar verebilirdik insanlara. Ama ilk yaptığım şey televizyonda yayınlandıktan sonra şirket aradı ki acayip röportaj yağıyor acayip ilgi var. Bunun ardından oturup bir basın bülteni yazdım… Bundan herhangi bir popülerite kazanmak bundan nemalanmak ve bundan fayda sağlıyormuş gibi gözükmemek adına gelen tüm teklifleri naçizane nezaketen reddediyoruz. Dedik ve hiçbirine gitmedik yani. Herşeyi tadında yapmak gerekir.

BERK UÇAR & ÇAĞRI ÖZTÜRK: Röportajımızın sonuna geldik, bize ayırdığınız süre için çok teşekkür ederiz ve başarılarınızın daimi olmasını dileriz…

HAYKO CEPKİN: Ben teşekkür ederim, keyifli bir sohbetti…

3 Eylül 2011

Böbrek Taşım ve Ben 2

Geçen hafta böbrek taşım ve onun bedenimden def ediliş serüvenini yazmıştım sevgili tayfa.
Kendisi hakkında biraz alaycı yaklaşımım olduğundan mıdır? bilinmez ya da sizi eğlendirmiş olması mıdır?, sol böbreğimde halen varlığını sürdürmekte olan ikinci taşım harekete geçti.

Tuvaletteyim... Dikkat edin tuvaletteyim diyorum lavaboda da olabilirdim. Oturmuş gazetemi okurken bir anda tuvalet kağıdının hareket ettiğini fark ettim! Tuvalet kağıdı ayaklarımın ucundan başlayarak kapıya doğru dönme usulu ile ardından iz bırakarak sanki bana bir şeyler anlatmak ister gibiydi. Yakın gözlüklerimi çıkardım. Çünkü az biraz uzaktaydı. Bir şeyler yazıyordu, hatta ingilizce yazıyordu. Garipsemedim. Benim gibi bir adama ingilizce vırıs gelir tırıs gider affedersiniz.



Revenge is a Dish Best Served Cold!

İntikam soğuk yenen bir yemektir! diyor yazıda ya da ben öyle çeviriyorum... Vay alçak! Böbreğim bana resmen korku imparatorluğu kuruyor. Sağ böbrekteki arkadaşının intikamını benden almak istiyor. Tuvalette doğruldum, idrarımı yapamadığımı fark ettim. Acı çekiyordum. Yakın gözlüğümü yeniden taktım. Böbreğimden gelen sancı sırtıma vuruyor, iki büklüm çekyata kıvrılmamı sağlıyordu. Çekyatı çektim ve yattım. Ama şunu belirtmem gerekirse;

Sevgili böbrek taşım, senden özür dilemiyorum... Seni de sağ böbrekteki arkadaşın gibi def edecem!
Sen giderken de geldikleri gibi giderler! diyeceğim...

21 Ağustos 2011

Çekip Gitmek İstemekteyim!


Çekip gitmek istemekteyim, insanları anlayışsız, devleti çok büyük, zengini en zengin, fakiri en dipte olan, dört bir yanını yasaklar sarmış, belirsiz nedenlerle açılan davalarca içeri alınan adamları bol, futbolu şikeli, insanları duyarsız ülkemden.

İstiklal caddesinde sokak sanatçıları Tünel tarafında toplanmış; “Bu sokak bizim, sizin, hepimizin!” sözlerini içeren kanımca doğaçlama olan, yarım saat durmadan devam eden şarkıyı dinliyorum. Daha önceden biliyorum çoğunu bu sanatçıların, hatta içlerinde en babalardan Siya Siyabend var.
Eylem yapılıyor bir bakıma. Çünkü Beyoğlu Belediyesi sokak sanatçıları hakkında da bir yasak çıkarmışlar.

Aynı gün Galata tarafından alınan son dakika bilgisine göre Polis kapatmış Galata meydanını insanlar alınmıyor, alınmadığı gibi insanlar dağıtılıyor bölgeden. Polis'in yanına yaklaşıyorum, her zaman çay içtiğimiz kule dibinde ki çay ocağına gitmek istediğimi belirtiyorum. Olmaz! Olumsuz yanıtını iletiyor ve şurdan arka taraftan ya da üst taraflardan bir yerlerlerden dolaşılıp o bölgeye giriş yapılacağını belirtiyor ama ordan geçiş izni yok. Çok basitçe neden? diye sordum. Polis yüzüme bakarak hafif bir gülümsemeyle “boşver” dedi. Polis bana neden “boşver” dedi diye kendime ikinci bir açıklama beklentimin oluştuğu soruyu sordum. O bölgeden uzaklaştım. Çay ocağına falan gitmedim. Çay içesim mi kaldı? O değilde Polis bana neden “boşver” dedi ki? Bir açıklamaları yok muydu? Neden insanlar ordan geçemiyor?

Eve gelince o olayın neden olduğunun “Boşver”den daha mantıklı gelen bir açıklamasını okuyorum haberlerden. Meğer orada farklı uyruklardan farklı sınıflardan her türlü insan geliyormuş.Bak sen! Galata'ya? Farklı insanlar geliyormuş? Hemde bu insanlar orada yerlerde oturup hatta yatıp gece boyu muhabbet edip, içki içip, şarkılar söylüyorlarmış. Hadi be! Galata'da? Oturuyorlar? İçki içiyorlar? O da yetmezmiş gibi bir de şarkı mı söylüyorlar? Bundan rahatsızmış mahalleli. Şikayetler iletilmiş gerekli yerlere ve o gerekli yerler o gece gerekeni yapıyorlarmış.

Şunu sormak gerek herhalde. İstiklal caddesini İstiklal caddesi yapan nedir? Eğlencenin adresi olarak gösterilmesinin nedeni nedir? Neden hep kalabalıktır?

Bunun sebeplerini bilmeyen var mıdır? Ee o zaman neden gelip ordan ev tutulmaktır? Hadi ev tutulmuş neden bu doğal olaylardan ötürü şikayetçi olunmuştur? Hiç mi düşünülmemiştir bunların olabilme ihtimalleri? Yanlışlık nerededir?

Sanki 90'lı yıllara geri dönülüyormuş gibi hissediyorum. Zeki ile Metin'nin Devekuşu Kaberede “YASAKLAR” adlı oyunları vardı. Bir izleyin derim. O zamanla şimdiki zaman arasında ki ilişki giderek birbirine yeniden benzemeye mi başlıyor?

Çekip gitme isteği var, İstiklal caddesi boşaltılmak istenen, sokaklarından masalar sandalyeler kaldırılan, sineması, tiyatrosu, garı yakılan ya da yıkılan, sokak sanatçılarına sokağı yasak eden, interneti filtreli, sanatçılarının mezarları parçalanan, farklı fikirlere saygısız, reytingi bol, işsizlik oranı tavan yapan, sınavları şifreli, öğretmenleri atanmayan, kenefleri denize akan ülkemden...



Sokak sanatçılarının eyleminde dağıtılan şöyle bir mani fest vardı...

Yokedici endüstriyel kafayı reddediyoruz.
Elitist/Yobaz hareketlere mahkum değiliz, biz üçüncü yoluz diyoruz.
Sokakta ses çıkartmak, müzik yapmak özgürleşmek eylemidir. Özgürlükten yana tavrımızı sürdüreceğiz.
Popçular uzak kalsın sokaklardan! Menajerlere, yapımcılara ihtiyacımız yok! Uzak durun!
Heyecanımızı satılığa çıkartmayacağız!
Sanat ne ki? Ya da müzik ne yapabilir? Dünyayı değiştirebilir mi? Belki hayır! Ancak “ iyi bir soundtrackolabilir” diye duyduk.
“İllegal” çünkü, biz öyle istedik diye değil.
Evet, müzik legalin illegalin ötesindedir, başka bir şeydir, başka bir yol önerir, özgürleştirir. Ama özgürlüğümüzü kullanmamız için izin almamızı istiyorlar. Bizi illegal görenler onlar.
Müzik sokakta, söz sokakta, aşk isyan sokakta.
İzne tabii, söz dinleyen gösterilere; Bize gelmez, bizi eylemez diyoruz!

2 Ağustos 2011

Leyla ile Mecnun


Yaz mevsiminde televizyon kanalları iflas etmiş! Bombok programlar veya ya tutarsa diye acilen izleyiciye sunulan ulan belki tutulurda yeni sezona bunu aktarırız hin düşüncelerle dolu saçma diziler silsilesi... Örneğin Show tv tamamen saçmalayarak full time magazin koymuş yayın akışına.Üstelik öyle ünlü ünsüz ayırmıyorlarda. Sürekli jet ski görüntüleri var... Geçen Muhittin abiyi gördüm mesela... Muhittin abi bizim mahallenin kasabıdır onun ne işi var jet skinin üstünde?
Atv'de ise Çek Bakalım diye bir yarışmaya bağlamış umudunu. Yarışma ise daha nasıl yarışma olacağını kestiremiyor, format belirsiz.. Kısa film yarışması dediler, ortada kısa film yok! Jüri bile kurtaramayacak o programı.

İş bu halken, sıkılganlık üzerine dün iyice bunalmışken, ne izlesem ne izlesem de beni şu halden kurtarsa dediğim an da, çoğu arkadaşımın ki kendileri güvenilir kaynaktır, Leyla ile Mecnun'u izledin mi? diye tüm sezon bana sordukları soru aklıma geldi... Sevgili dostlarım artık bu soruyu sormanıza gerek yok izlemeye başladım kendisini.

Hatırlayan var mıdır bilinmez, Seinfeld diye bir dizi vardı. Her nedense o tadı aldım ben Leyla ile Mecnun'dan...
Yasaklarla dolu ülkemizde ciddi anlamda televizyonda özgürce bir şey yapmak mümkün değil. Ama bu kısıtlamalardan bile harika hareketlerle sıyrılmış bir bir golünü atıyor bu dizi. Erik, sakız, üzüm hikayesi dahice bulunulmuş. Kesmelerde yapılan espiriler için bile ciddi prodüksiyon kuruluyor aç parantez bu kesmelerle olan kısmı da family guy dizisine benzettim az biraz kapa sanki bir şeyi benzetmeseler olmayacakmış ve çok bilmiş entel havalarda ki dipnot parantezi Türk dizilerinde görememiştik bu kıvamı...

Dünden beridir beşinci bölümü geride bıraktım ve hayran kaldım bu harkulade kafada olan diziye...
Teşekkür ediyorum, takdir ediyorum, tebrik ediyorum, tavsiye ediyorum ve başarılarının devamını dilerken sizi Leyla ile Mecnun dizisinden bir şarkı ile yazımı sonlandırıyorum... Hoşçakalın, esen kalın... Hava esse biraz güzel olacak, acaip sıcak var İstanbul'da... Nefesim kesiliyor sanki ara ara ama geceleri yine biraz kıpırdanma oluyor, yatarken rahat gibi...

24 Temmuz 2011

Böbrekte taş keyfi!





Nerden bakarsanız bakın, bana göre sol taraftan güzel görünür ama size göre sağa mı denk gelir bilinmez, bir yılı aşkın süredir bel bölgemde zaman zaman ağrılar meydana gelir, bu ağrının böbrek kordinatları üzerinden olduğu tespit edilir ama hiç bir hareketlilik yaşanmazdı bedenimde...

Çok nadirde olsa ara ara idrarımda kırmızılık görmem gibi gereksiz tiksindirici muhabbetine girmeden size "o", günü anlatmak istiyorum... Ne de olsa idrar küçüktür ama yazı bulandırır...

Böbrekten gelen ağrı o hafta kendini geliştirerek, beni kündeğe getirerek, yatağa tuş etti afedersiniz... Artık ağrıdan duramaz, çişimi gönül rahatlığında yapamaz oldum... Hele "o" gün! Dikkat ederseniz iki paragraftır "o" günden bahsedip konuya girmiyorum, bugünlerde show tv'nin magazin abanışından belirli dozlarda maruz kalmama bağlıyorum bu az sonra sendromumu...

Şüphesiz ki " o" gün gelmiş ve ben artık ne çişe gidebiliyor, ne yataktan kalkıp iki yürüme faliyeti yapabiliyordum... Gece yarısı böbrekten gelen guzide ağrım kendi can acıtma rekorunu bir kez daha kırmıştı... Giderek kendini geliştiriyor böbrekten gelen ağrı...
Öyle bir andı ki nefes almakta bile zorlanıyordum... Artık bir bilir kişiye yani işin içine tıp dünyasından birilerini sokma zamanı gelmişti, fakat sabahı beklemek zorundaydım...

Ev arkadaşımı uyutmama kararı aldım. Ona sürekli; sakın uyuma birader! Ne yapalım? oyun oynayalım mı? Film mi izlesek? Televizyonda ne var? Çıkıp istiklalde tur mu atsak? Napak? Şşş uyuma lan! Eğlendir beni, zihnimi dağıt! Ağrıdan durulcak gibi değil! şeklinde çemkirmeler silsilesi saldırısı yapmaktaydım...
Başarılı oldum ve onu uyutmadım! Film izledik, oyun oynadık ama lanet olasıcı böbrekten gelen guzide ağrı belirli zamanlarda nefesimi kesmeye devam etti...
Sabah oldu, kalktık gittik bankadan sevk aldık, aç parantez babam sağolsun kapa dipnot parantez, sonra doğruca bize en yakın hastaneye... Hastanenin öyle bir mimarisi var ki ve öyle güzel ki, insanın hasta olsun olmasın gidesi gelir...

Danışma bölümüne geldiğimde o soru aklıma tam da o anda geldi!
- Bu hastalığa hangi departman bakıyor lan? denen sorulması gereken soruyu arkadaşıma sordum... Cidden o ana kadar bunu düşünmemiştim, ne düşüncem ki zaten, çişe gidemiyorum, nefes alamıyorum, kıvrım kıvrım yatıyorum! bi de onu mu düşüncektim?
Önce bi iki saniye birbirimize baktık... Hassiktir bee! Ürolog!

Danışmada üç birbirinden manken bayan var... Yavaşça yaklaştım kısa merhabalaşmadan sonra açık ve net bir şekilde; böbrek ağrıması olayım var, sanırım ya kum dökümüm var ya da taş var ama tıbben daha henüz tastiklenmedi nereye gitmem gerek? diye sordum... O sırada ise üroloğun binde bir ihtimalli olsada bayan olmasını diliyorum içimden, dilemek değil dua bile ediyorum... Hayır hiç de düşündüğünüz sapıkça maksatlardan ötürü değil efendim! O ağrı bedenimi kuşatmışken seks ve cinsellikle ilgili bir şey düşünmem mümkün değil zaten...

Derken doktorum olacak yetkilinin ismini verdi, katını söyledi ve yanımıza da bir asistan hediye etti danışman kişi... Doktorun ismi Tansu... İçimden derin bir oh çekiyorum, dualarımın bu derece hızlı bir şekilde kabul olabildiğini büyük şaşkınlıkla karşılıyorum, sonra iyi bir insan olduğum için bana verilen minimal hediyelerden biri işte diye düşünüyorum, yanımızda ki rehber kız önden biz arkadan çıkıyoruz doktorumun yanına...

Önce bekletiyorlar bizi, doktor ameliyattan çıkmış gelecekmiş odasına... Merakla asansörden gelecek doktorumu kesiyorum o esnada bir horultu sesi yükseliyor yan tarafımdan... Ev arkadaşım uykuya dalmış... Asansör açılıyor, birilerini iniyor falan neyse aradan bir kaç kişi geçti asansör kapısı açıldı, elinde dosya belge vb. taşıyan önlüklü ve erkek kişisi ürolog Tansu yazan odaya girdi... Hassiktirr!
Berk bey! buyrun doktor bey sizi bekliyor! işareti geldi asistan hanımdan... Tansu adının unisex bir isim olduğunun farkına vardığım sırada kendimi odaya girmiş buluyorum... Tansu beyin 1.90 boylarında top sakallı ve gayet ciddi mizaca sahip biri olduğunu gözlemliyorum...
Odada bir masa iki sandalye ve bir paravan var ve paravanın arkasını göremiyorum... Odada doktor ben ve asistan hanım duruyoruz... Doktor önce benim şikayetlerimi dinliyor tepkisiz daha sonra kendinden emin tavırla buyrun paravanın arkasına geçiniz, kotunuzu ve donunuzu çıkartınız emrini veriyor...
Bende derin bir iç çekerek soyunmaya başladım ve paravanın arkasında ki sedyeye sırt üstü uzandım... İlk kez böyle bir şey başıma gelmiyor aslında daha önce ameliyat oldum ve orda da çıplak bulunmuştum ama ameliyat mevzusu benim üreme organım değildi! Burda ise farklı bir durum! Tüm dikkatler o bölgede olacak birader! Tıpta utanma yoktur felsefesi ile ben baya rahatça uzanıyorum sedyeye... Organıma bakıyorum, abi hiç oldu mu bu? diyor bana, ne oldu mu! diyorum, alla alla ben çok mutluyum sanki şu durumdan diyerek hücum cevaplıyorum... Doktor geliyor hemen arkasındanda asistan hanım... İçimden gel gel diyorum... şenlik var!

Doktor plastik eldivenlerini giyiyor, bir peçete parçası kopartıyor ve bana doğru geliyor... Yani o her zaman şakaları yapılan durumla saniyeler sonra karşı karşıya kalacağımın fakına varıyorum... Başlıyor doktor yoklamaya benim sevgili organımı... O anda ağrıdan mı yakınayım yoksa doktorun yoklamasına mı ya da hemen arka planda bizi dikizleyen asistan hanımın varlığına mı bilemiyorum...

- Burda ağrı var mı Berk bey?
-Yok hocam orda yok!
-Peki burda?
-Yok!
-Şimdi?
-Yok ulen işte! orgranımda bir ağrı yok! idrar anında bir sorun oluyor...

Ayrıca siz bu yoklama işlemini uzatacak mısınız? dememe kalmadan pek sevgili yumurtalıklarımın yoklamasına başlanıyor... İçimden doktorun; ooo maşallah Berk beycim bu ne yaav böyle? gibi iğrenç ötesi şakalardan bir demet yapması ihtimalini düşünüyorum ve iyice durumumdan nefret ediyorum...
Sonunda bitiyor bu gereksiz yere uzayan yoklama muhabbeti... giyininiz, diyor doktor bey eyvallah diyorum ayağa kalkıyorum ve giyiniyorum... Organda bir sorun olduğu düşünmüyorum ifadesinde bulunuyor sevgili doktor,  hafif bi mutlu oluyoruz organımla, sonra radyoloji, idrar tahlili gibi aşamalara yönlendiricem sizi diyor... Eyvallah deyip, zaten olmuş olan diyerek odadan asistan hanımla çıkıyorum...

Hastanede ki tahlil aşamalarını, taşın tespitini ve düşürülmesi maceralarımı ikinci bölümde sizlerle paylaşacağım... Şimdilik hoşçakalınız...

23 Temmuz 2011

Kader!

Çok iddialı bir başlıkla daha yeniden sizlerleyiz sevgili tayfa...
Yıllar yıllar öncesine gidip, neler neler bulacağız bu yazıda bir bilseniz...

Yıllardan 2005 ve aylardan Ağustos idi...
Çocukluğumdan bu yana her yaz Gökçeada'ya gider, çadır kampı kurar, uzun süre orada şanslı olarak tatil yapardık. Şanslı diyorum zira beş yıldır benim için çok önemli bir yere sahip olan adaya gidemedim, gidemedik. O zamanların değerini aslında şimdilerde kavrıyorum. Orda aylarca tatil yapmanın ne anlama geldiğini öğreniyorum... Gökçeada'yı ve önemini ayrı bir yazıda tekrar gündeme getireceğim tabi ki ama iş bu yazım o yazın benim kaderimde ki etkisidir...

O gün bize gelen epey misafirlerimiz vardı farklı şehirlerden...Tatilin keyfide o dozda artıyordu tabi... Bunlardan biride aile diş hekimimiz sevgili Hikmet abi... Hikmet abi teknesiyle birlikte gelmişti adaya, o gün diğer misafirlerimizle beraber denize açılacaktık...
Sabahı az biraz geçinceydi zamanlardan ve biz mavi tura doğru hazırlık yapıyorduk, hatta babamlar yola çıkmış ben annemin kurduğu sofradan henüz tam kalkamamıştım...Aç parantez yemekte taze fasulye ve karpuz vardı kapa hafızamın kuvvetliliğini belirten parantez o sırada telefon geldi. Arayan abimdi, Kocaeli Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı bölümünün özel yetenek sınavı varmış ve devresi günü son günmüş... Abim çık gel hemen dedi, gir sınava... İyide bu özel yetenek sınavı denen şey, öyle "hadi çık gel" cümlesi kolaylığında bir hadise değil ki endişesi kapladı zihniyetimin her kıvrımını... Tam emin olmayarak benim hıkmıklarımla kapattık telefonu... Ben hemen daha önce özel yeteneği olduğu ispatlanmış sevgili kamp komuşumuz Alper abinin yanına koştum... Anlattım durumu ve o da benim endişelerimi haklı çıkararak bunun için hazırlanmak gerekliliğini öyle "hadi çık gel cümlesi" kolaylığında olmadığını söyledi... Dikkat edin bunu birkaç cümle önce ben de belirtmiştim...

Açtım telefonu abime dedim ki, abi bu iş öyle "hadi çık gel" kolaylığında değil! hiç bir hazırlığım yok ki, doğru düzgün çizim bile yapamıyorum, iyisi mi ben gelmeyeyim, Hikmet abiler geldi, tekne turuna çıkıcaz biz zaten hem masraf falan boşver dedim... Bu sefer o telefon kapanmadı, abim gayet ısrarcı bir şekilde konuşarak benim derhal o bavul hazırlamama sebebiyet verdi... Abim böyledir zaten, benim salaklıklarımı ve veremiyeceğim kararları önceden bilir ve ona göre davranır ki en sonunda onun dediğini yapmış olurdum... Biz abi kardeş çok iyi geçinirdik zaten... Aramızda on yaş farkının olması sebebiyle her hangi fiziki tartışmaya yeltenemediğimden mütevvellit genelde tüm söylediklerini yerine getirirdim, böylece herhangi bir tatsızlıkta önlenmiş olurdu...

Telefonu kapattık annemle bavulu hazırlamaya koyulduk, koyuldukta? adadan öyle her istediğinde ayrılamıyosun ki! Gemi denen ulaşım aracı öyle her saat başı yok! Saate baktık akşam gemisinin kalkmasına yarım saatten az var... Babam limanda tabi araba da orada... Arka çadır komşumuz Veysel abi o anda çıkageldi, bahsettik durumdan hemen kabul etti, doğruca arabaya koştuk... Bulunduğumuz yerden limana gitmek için dakikalarımız vardı ve o dakikaları az biraz geçince gemi kalkmış olacaktı... Veysel abinin ralli pilotu olabileceğinin farkına o dakikalarda vardım bende zaten... Limana girdiğimizde bilet falan almadan doğruca içeri girdik, Veysel abiye teşekkürlerimi ona bağırarak ifade ederken ben 100m. koşusuna başlamıştım bile...
Gemiye atladım yolculuk gayet olumlu geçti, önce Bursa'ya devresi günü Kocaeli'ne geçtik. Son gün başvurumu yaptım ve derhal sınav gününe geçtik...

Hikayenin kader kısmı şu şekilde özetlenebilir;
Abim bana o ilk telefonu açmada beş dakika gecikse, ben de Hikmet abinin teknesine binmiş mavi tura yelkenleri açmış olacaktık... Dolayısı ile o tarihlerde kapsama alanı sorunlu operütörler olduğundan benim cep telefonum çekmeyecek, abim ne bana ne de babama ulaşabilecekti...
Eğer o gün hava şartları fırtınalı olsaydı gemi sefer yapamayacak, adadan ayrılmak yine imkansız hale gelecekti ya da Veysel abiyle akşam seferini kaçırsaydık...

Şu ana kadar hayatımda böylesine önemli bir olay daha yaşanmamıştır herhalde... Üniversiteli olmamı, kaderimi değiştiren en başta çok sevdiğim abime, abime bu üniversitenin ve bölümün varlığınan bahseden sevgili büyüğüm Egemen abiye ve beni zamana karşı savaşımda yalnız bırakmayan Veysel abime, hiçbir zaman desteklerini ve güvenlerini esirgemeyen aileme sonsuz teşekkürler... İyi ki varsınız...

22 Temmuz 2011

Yaşlanıyorum artık!



Yaşlanıyorum artık...
Yaşım bunu inkar etse de sakalım, saçım alnımda ki çizgiler bunu söylemek istiyorlar...
Geçen gün bir video klip çektik hafif can sıkıntısından kurtulmak hem de  bir yarışmanın başvurusunu yapmak üzere...
Video hakkında gelmesi beklenen yorumlar şu şekilde olabilirdi;
- Sesin çok iyi be baba! ya da;
- Şarkı çok iyimiş! Kimin ki?

Ama bu yorumlardan çok bana;
- Abi o sen misin?
- Yaşlanmışsın beya...
- Olum alnında çizgi var lan!

İnanmaya başlıyorum buna. Eski fotoğraflara hatta bırak eskiyi az biraz sene öncesi ben baya gençmişim...
İlerde ben küçükken ya da bizim zamanımızda gibi başlayan cümleleri çalışır oldum. Hayır önceden bir birikim yapayım da ne olunur ne yapılmaz...
Yeni nesili de eleştiri yağmuruna tutucam sanki benim neslim çok değerliymiş gibi...

Hayır sakalımda ibne bir beyaz kıl var! ne kadar kessemde ne kadar sıfıra vursam da aynı yerden çıkıyor sevgili ibne beyaz kıl... Kıl oluyorum sana ibne beyaz kıl...

He bi de kilolarım var.. Sanki tüm dünyanın derdi buymuş gibi.. Hayır ben memnunum her değerli gramımdan ama sevgili büyüklerimin benimle ilgili her daim gündeminde bu dışardan fazla görünen değerli gramlar... Yahu anlatamıyorum, filmim var o yüzden kilo aldım o filmi çekeyim hemen vericem...


Yaşlanıyorum artık...
Yaşım bunu inkar etse de sakalım, saçım alnımda ki çizgiler bunu söylemek istiyorlar...
Hele ki o pek sevgili ibne beyaz kıl!

21 Temmuz 2011

Yazın Yazmak da Zor!


Yazın çalışması zor. Yazın dinlenmesi de zor. Yazın yazması da zor... Evet bu sevgili cümleleri -de -da ekinin ayrı yazılmasındaki kuralı göstermek için kurdum. Ya da yazıma bir giriş bulamadığım kıçımın uyduruşuna denk geldi bu hafif felsefik sevgili cümleler...

Henüz işim yok!  Daha doğrusu iş olarak sahiplenebileceğim bir yer yok. Bunun nedeni son çalıştığım yerden sıkıntılı ayrılışım belki de... Emek veriyorsun ve karşılığını alamıyorsun, bununla beraber alacaklarını da hala alamadın mı üstüne karabiber - tuz... Da bu yemek hiç leziz değil! Gidip aşçının kafasına boca etmek istiyorum emeklerimi, düşüncelerimi ve streslerimi... Stres et! diyorum sonra vazgeçiyorum düşüncemden...

Yeni bir yarışma var Çek Bakalım... Ama kendisi henüz kendisini anlayabilmiş bir yarışma değil... Öyle ki yarışma son başvuru tarihi ileri alındı, gel dikiz ki pazar günü program başlıyor... E hani biz göndermeye devam edecektik? Program niye başlıyor? 12 ekip seçilmiş diyorlar ne iş? İyi de o zaman biz niye hala film gönderilim? sorularının cevapları verilmiyor pek gizemli garip yarışmada...

Bu sıkıntılı ve cevapsız soruları olan yarışma için, senaryo yazdım, ekip kurdum, kısa film çekimi başlıyacak ama daha ikinci günde yanlış ekip olduğunu gösterdi, pek işe yaramaz can ciğer dostlarımın içinde olduğu  ekibim ve film iptal oldu... Bir daha ortak bir paydada yer almamızın mümkünatıda kalmadı tabi... Ben de sosyal mesaj kaygısı olan bir animasyon ile katıldım... Katıldım katılmasına da hala ses seda yok gizemli yarışmadan... Pazar günü izleyip öğreneceğiz eğer kendisi de öğrenmişse sevgili garibal enfeksiyonlu yarışma nasıl yarışma olacağını...

Aradan bir kaç hayal geçti, oturup evde kurgu-montaj, photoshop, after effects çalışıyorum yine işte... Hayır ben onlarla uğraşmak istemiyorum ama sanırım artık buna zorunluyum öyle hissediyorum ya da hissettiriyorlar... Bir çemberin dar halkasında tıkanıp kalmam gerekiyor...Ne olur? Ne olunmaz mantığıyla.. Halbuki bize her yol Kadıköy!

Bir işe girip sabahlara kadar kurgu-montaj yapıcam ve yine 300-500 TL alıcam, üstüne üstük acaip yorulucam ve bulunduğu mertebeyi haketmeyenler bana iş verecek, yeri gelecek fırça kayacak...

Bankacı olaydım iyidi...

29 Haziran 2011

Sen ne iş yapıyordun abi?

Öğle vakti uyandım, sevgili karnım aç olduğuna dair kısa mesaj attı cep telefonuma... Kontörüm olmadığından mütevellit kendisine geri dönemedim... Yataktan kalkıp tuvalete gittim, genelde her zaman bu şekilde ilerler kalkış törenim...

Hava güzel, keyifliyim ama açım. Aç olduğumda öfkeliyimdir. Şortumu giyip evden çıktım, bahçe kapısı markajından sıyrılarak bakkala doğru ilerledim... Hayırlı işler bakkal abi! klasik selamımı verdikten sonra ekmek reyonundan taze ekmek alarak, sucuk-sosis bölümüne ilerledim... Hazır dilimlenmiş sucuklar gözüme girdi, pek sevdim. Hemen benim olmaları için bakkal abiye ilettim bu isteğimi, bakkal abi onu sen hakkettin zaten bakışları atarak getirdi sevgili dilimlenmiş sucukları... Alışverişin ne kadar tuttuğunu hesaplama işlemi sırasında o klasik ama benim için cevaplaması zor soru geldi...

  • Sen ne iş yapıyordun abi?

Sanki daha önce açıklamışım gibi...

- Ben..ee.. işte reklamlar, sinema, müzik, yazı falan.. öhömm... ıımmm...

Normal zamanda açıklamakta zorlanıyorum ki bakkal abi bana bunu daha demincek uyanmış halime soruyor...

Görsel İletişim Tasarımı bölümünü halen okumaktayım, aslında mezun olmam gerekirdi ama ben okuyorum... Hayır beş senede bi bok öğrenemedik sağolsun üniversitemizden, bu yüzden biraz daha beklemekteyim, ne olur ne olmayabilir... Bölüm öyle bir bölümki sinema derside var, fotoğrafçılık, reklam, web site tasarımı, animasyon, resimde... Hangi birini söylesem anlarlar beni telaşındayım. Hayır herkese buradaki gibi geniş bir şekilde anlatma imkanımda yok. Daha ailem bile bu konuda tam bir fikir sahibi değil. Sizin çocuk ne iş yapıyor dendiğinde Grafiker cevabı veriliyor genellikle ama ardından destekleyici şeyler geliyor, reklamlarda falan işte, medya yani....

***

Geçenlerde oturdum kendi kendime bu soruyu sordum. Harbidende net bir cevap çıkmıyor...
Tamam grafikerlikte yaptım ama aynı zamanda reklamda yazdım, animasyonda yaptım, masaüstü reklamda... Kısa filmde çektim, oynadımda... Aynı zamanda reklam müziğide yaptım, film müziğide... Tamam bunların birçoğu amatör işler ama profesyonel olarakta yaptım... Mesela bu ara en çok yazıya verdim kendimi, blog yazılarımdan bahsetmiyorum, senaryo, şarkı sözü gibi... Gönül sinemadan yana ama hangi departmanda olacağım belli değil?
Bakkal abiye dönüp;

  • Rakı var mı? Diye sordum..

Acaip bir şey, sen ne iş yaparsına cevap verememem... Genellikle laf gereksiz yere uzamasın diye ya reklam diyorum ya da sinema... Yoksa önünü alamıyorum açıklamaların... Zaten anlaşılmıyor hiç bi türlü bu sektör... Hemen; ee para var mı bari? sorusu peşinden geliyor... Bari ibaresine dikkat edin can alıcı nokta orasıdır...

Bakkaldan ekmek almadan ve o sevgili dilimlenmiş sucuklarıda reyonuna geri göndererek, başım önde ağlayarak, ağlarken koşarak çıktım...

Ben işte reklamlar, sinema, müzik, yazı falan...


28 Haziran 2011

YOLCULUK

Yılda belli zamanlarda belli birkaç kere yolculuklarım olur...
Geçen haftalarda da İstanbul Salihli, Salihli Bursa ve Bursa Salihli akabinde İstanbul yolculuklarını yaptım... Gereksiz yolculuk hattımı ifşa ettikten sonra asıl ve asil konumuza geri dönüyorum.

Otobüs yolculukları bundan sadece iki yıl öncesine kadar oldukça zorlu, rahatsız ve sıkıcı geçerdi...
Buna teknoloji sayesinde çözüm bulunmuş! Her koltuk arkası minimal LCD ekranlarda Tv, Film, Müzik ve Oyun imkanları sunuluyor... Harika bir şey! Hiç can sıkıcı değil gayet oyalayıcı... Ama bizden şunu alıyor bu modern otobüsler. Bir uzun yolculuk olacağı zaman günlük yaşamda sıkça yapmadığımız şeyleri yapardık... Sizli bizli genellemeden özele alıyorum alınanlar olur!
O yolculuğa çıkmadan önce en az iki mizah dergisi, bir gazete alırdım. Öncelikle bu sistemi iptal ettirdiler... Bunları okuduktan sonra mutlaka yanıma kitap alırdım... Bir seferinde Ferhan Şensoy'un Elvada SSK isimli kitabını 10 saat süren yolculukta bitirmiş, kendi en kısa sürede bir kitap okuma rekorumu kırmıştım... Artık kitapta almıyorum. Her yolculuk öncesi özel albümleri attığım mp3 çalarımı da almaz oldum...

***

Otobüs yolculuklarında en arka, pencere kenarı koltuğu seçerim... Büyük popolu ve iri bir adam olduğum için arka koltuk bacak aralığı ve arkada rahatsız olcak kimse olmadığından rahatça en son seviyesine kadar yaslayabilenecek alan olduğu için. Bu geriye yaslama olayıda çok sıkıntılı bir iştir. Yolculuğun en güzel yerinde önündeki kişi lop diye koltuğu yatırır dünyanı şaşırırsın! Bana genelikle yapamıyorlar. Bendeki bacak bacak olduğu için belirli hizada kalıyor sevgili benim önümde olan koltuk... Koltuk bu durumdan şikayetçi değil ama onun kucağına oturan insan asabi asabi dönüp arkaya bakabiliyor...
Ne bakıyosun yaprağım bakışı attıktan sonra kişi önüne dönüyor ve ben işte o an bir zafer kazanmışım gibi ayağa kalkıp muavin beyden bir su istiyorum.... Ben istiyorum da muavin bey ortalıkta yok! Benim su isteyime kimse karşılık vermiyor karşılık bir sevgiye dönüşüyor bu zaferim...

***

Tam uyucakken mola yerine gelinir ya... Çok gıcığım o ana! Ama molada illa ki inmek, bişiler yemek, çişi boşaltmak şarttır. Şarttırda bu o kadar mümkün değildir kimisine... Zengin olman gerekir! Çişe bi gidersin 1 TL. Çişimin değerinin gitgide artması beni sevindiriyor aslında...
Hele yemekler... Bir tost 4 TL'den başlıyor... Kola 3.5 TL... Düşünün bu besin maddelerine ben yemek diyorum.. Yoksa, çorba, köfte, sulu yemek falan muhabbetine girersen boğaz manzaralı lüks bir restaurantta yemek yemiş hissi yaratıyor verdiğiniz para.... Bi de bahşiş bırakasım geliyor ama Self Servis olduğunun farkına varıp vazgeçiyorum bu düşüncemden... Kendime bahşiş vermek saçma geliyor, bunu haketmediğimi düşünüyorum... Hediyelik eşyalar reyonuna gidiyorum bakıyorum geri dönüp otobüsün yanına gidiyorum... Koltuğa oturup mola yeri kabusunun geçmesini diliyorum...

Mola yeri ızdırabı geride kalıyor, yolculuğumuz devam ediyor ve uyuklamaya başlıyorum... O sırada muavin ibnesi çay tire kahve ve yiyecek servisi yapmış oluyor, uyanınca ona uyandığımı ve bana servis yapmadığını ima etmek için gözlerimle sürekli onu kesiyor arada bir öhömm ıhım şeklinde boğazımda öksürüğe yakın sesler çıkartıyorum. Ama nafile beni yine takan yok! Yol hattımda Yalova – İstanbul arasını vapurla geçmemiz gereken bir yer geliyor, biniyor otobüs vapura ve yine aşağıya iniyorum... Vapurda bi iki tur attıktan sonra yiyecek içecek bölümüne uğruyorum aaa! ooo! vaay! o da ne? Fiyatlar gayet insancıl.. Hani normal bir insanın da alabileceği seviyede.. Buna çok seviniyor sevgili midem, hemen bi kaç tost ve kola alıp, belki bi yanlışlık vardır bu kadar insancıl olamaz bu fiyatlar, kesin biri gelip birader sen bu tostu ve kolayı çok ucuza aldın kasada ki çocuk yeni başladı yanlış hesaplamış sen ver bakalım az biraz daha para diyevercekmiş gibi geliyor, derhal uzuyorum... Tenha bi alana gidip oturup deniz manzarası eşliğinde yemeğimi tüketirken illa birisi gelip oturuyor yanıma... Hayır normalde konuşkan ve iletişim konusunda sıkıntısı olmayan bi adamımda, yolculuk psikolojim bunu desteklemiyor... Adam oturuyor yanıma ağzının ucunda muhabbete giriş cümlesi dudaklarına tecavüz ediyor, bir iki direnmeden sonra salıveriyor ilk cümleyi... İlk cümleler bu tip anlarda sıkıntılı ve saçma olur...
  • Ne kadar sürüyor bu?
Adamın neyi sorguladığı tam anlamak mümkün değil, önce bir merhaba nasılsınız gibi bir girişte beklemiyorum ama bu anlamsız soru neden?...
  • Soruğunuz şey vağurun varış zamanı ise yarım saat...
Anlamlı yanıtını veriveriyorum...
  • Tam hızlı gitmiyor galiba?
Be adam kaptan mıyım ben? Nerden bu soruya muhattap alıyor benianlamak mümkün değil ... Hafif sessizlikten sonra bu soruya yanıt vermiyorum çünkü üstüme alınmıyorum...
Aradan bi kaç lokma sonra,

  • Ne garip! Dedi... Ne garip koskoca gemi denizin üstünde gidiyor... Bunu icad edeni tebrik etmek gerek!

Aslında abiyi kutluyorum zira geçen binişimde sakallı cübbeli bir abi yanıma gelip bu konuyu kutsal anlamda değerlendirişini anlatmışken, abinin mühendisliği övmesi ve işe bilimsel yaklaşması hoşuma gidiyor...

  • Evet diyiveriyorum güzel tespitine...

Tostum ve kolam bitiyor abinin muhabbet kurma çabasından sıkılıyorum ve kalkıp otobüse geliyorum...

Kapının önündeki muavin ibnesine sen vermedin ama bak gittim yedim içtim ohh anasını satayım bakışlarını sunarak gidip yerime oturuyorum oturduğum gibi uyumaya başlıyorum...
Arandan bir kaç kilometre geçiyor ve ben İstanbul'a geliyorum...
Hoşgeldim efendim daha sık nice yazılarda görüşmek üzere...


9 Haziran 2011

Biz Bilmiyorduk!

Biz Bilmiyorduk!

Yıllar yıllar sonra iş işten geçince salak bir ifadeyle söyleyecez bu sözü...
Çünkü hakikaten bilemedik. Okulda derslerdi, sınavdı, ergenlikti, sivilceydi, mastürbasyondu, oyunlardı. Bizim okul anlayışımız, bi ortaokulda bi lisede iki sınav var ve bu iki sınavı geçmen gerek.

Ortaokuldan başlar tarihi, coğrafyayı, felsefeyi siktir etmek. Neden? Çünkü Matematik, Türkçe ve Fen bilimlerinden arka sırada gelen bombok, değersiz, ordan alacağın puandansa Matematiğe Fiziğe kasman daha mantıklısı kuralı öğretildi. İş bu yüzden ki Tarih, coğrafya, felsefe dersleri sınavlarından ezberleme taktiğiyle sınavdan zırt üzerinden pırt notu alıp geçebiliyordu insan.  Yahu Felsefe derslerinde ben hiç varoluşun, dinin, siyasetin sorgulandığına şahit olmadım... Ya bizden de filozof çıkar korkusundandı ya da bu filozoflar çok salak adamlardı... Çoğunluklada boş geçerdi zaten, hatta lisede felsefe dersi ÖSS için test çözebileceğimiz rahat bir alandı.

Tarih derslerinde tarihleri ezberlemek için günlerce kopya hazırladık, öyle ki sınavlarında sadece şu savaş hangi tarihte olmuştur gibi sorular soruldu.  

Lisede bölüm seçimi olacak, üç bölüm var; Sayısal, eşit ağırlık (TM) ve Sözel.
Sayısal kralların bölümü; dahilik kıvamında zeki, karizmatik, asil bir bölüm betimlemesi geliyor akla. Eşit ağırlık; çalışsa yapar aslında, çok zeki ama işte... Ve fakat sözele gelince; nasıl boktan, nasıl alt bi bölüm, gerizekalıları toplamışlar bi yere... Hatta oraya gideceğine teknik liselere git dahi iyi, o derece!

Tamam bazı bazı büyüklerimizin oluşturduğu sistem var ve buna göre bir hazırlık yapılıyor eyvallah da, kimi bazı sevgili öğrencilerde bunun bu şekilde olduğunu düşünürdü işte o can sıkardı...

Öğrencinin biri laboratuar dersinde bi maddeyi bi maddeyle karıştırdığı için belge alırken ki takdirle karşılanırdı. Diğer bir öğrenci sağlam kompozisyon yazdığı için ne zaman ve kimden takdir gördü?

Hep bilim adamları bize övüldü,filozoflar deli, tiyatrocular fakir ve aç, yazarlar falansa zaten hiç girme oralara. Neden? Çünkü herkes yazabilir... Herkes şarkıcı olabilir... Bize böyle diretildi hep sonra aramızda buna inanlar oldu iş bu yüzden götüm götüm ülke fenalara gitmekte...

Zaten sınavlara tabi tutulmuşuz, başarılı olma kavramı bu ilke üzerine konuşlanmış...

Ne geçmiş tarihi biliriz, ne yakını. Ne coğrafyayı, bölgelerimizi, iklimimizi biliriz, ne felsefeyi... Hiç sorgulamadık, hiç gerçektende öğrenmek istemedik, hiç okumadık ve araştırmadık bizden isteneni ve bekleneni yapmak zorunda bırakıldık, kafalarımız meşgulde tutuldu hep ve hep tükettik...

Yıllar yıllar sonra iş işten geçince, birbirimizin suratlarına bakarak salak bir ifadeyle söyleyecez bu sözü...

Biz bilmiyorduk!

Size Fight Club filminden bir paragrafı sunarak bu yazıya son vermek istiyorum...

Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız... Bir amacımız ya da yerimiz yok... Ne büyük savaş yaşadık, ne de büyük buhranı... Bizim en büyük buhranımız... Hayatlarımız...
Televizyonla büyürken milyoner film yıldızı ya da rock star olacağımızı sandık...
Ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz... Ve çokça kızgınız...


7 Haziran 2011

Bir yolculuk


Geçen ofisimle evim arasında aç parantez kaldı ki ne ofis benim ne de ev, birinde işçiyim diğerinde de kiracı, mutfakta da aşçıyımdır affedersiniz kapa gereksizce muhabbetin içine sıçan parantez, mevcudiyetini koruyan mesafeyi hızlı bir şekilde kat etmem için her zaman ki gibi otobüsü kullanıyorum, ben kullanmıyorum tabiside, otobüsü kullanan kaptan vardır her daim nitekim o günde direksiyon başında ki görevini yerine getiriyordu.  Duraktan şöyle böyle baya bi kişi bindik otobüse, kibar bir beyefendi olduğum için arkada kaldım. Tüm bayanlar baya baya koltukları kaptı, hemen kaptan abinin arkasında yer alan ikili koltuktan tekine sahiplenesice bir boşluk gördüm gittim anında oturdum. İçimden bir ohh sesi geldi, hatta ve hatta dönüp arka tarafa o çok bayanefendi ablalara el kol hareketi yapma isteği uyansa da bünyede, otobüs ahalisinin henüz buna hazır olmadığı kanaatine vararak vazgeçtim...

Bir sonraki durak acaip yoğun, acaip ilgi odağı olan bir durak. Herkes o duraktan binmek istiyor, saatler öncesinden yer ayırtıyordu. Ve beklenen oldu. Zaten koltukları dolu olan sevgili otobüs, ayakta yolcu almaya başlamış içerisi ter, ucuz parfüm, deodorant, acaip pahalı orijinal parfüm, deo stick, deo roll on gibi kokularla dolmuştu. Ben oturuyordum ve mutluydum. Mutluydum da bu otobüs neden gitmiyor hala diye düşüncelere daldım, çünkü tepemde dikilen sayabildiğim kadarıyla 4 kişinin baskısı beni dellendirmeye başlamıştı. Derken kolumla bir şey arasında bir temas olduğu farkettim. Kaldırdım başımı allahtan kendisi bayan çıktı da boşuna arıza çıkmadı... Hayır durup dururken fortçuluğun alemi yok!

Otobüs neden hala hareket etmiyor sorusunun cevabını az biraz trafiğe bakınca anladım. Ortaköy – Taksim arası akşam saatlerinde her zaman trafik yapar ama bu başka usta...

Baya yarım saati falan gömdük biz o mevkide. Tam benim sağ çaprazdan, yani saat 2 yönünde bir teyze hafiften bağırmalı bir şekilde konuşmaya başladı;
-          Ay geçin evladım, ilerleyin biraz... Hadi ama bak hadi evladım...
Fakat teyze ortalarda yok! Göremiyorum...

Teyzenin bu sözleri sonrası nasıl konu o konuya geldi bilmiyorum ama şöyle dedi;
-          Ben üniversite bitirdim! Bilirim bende! bakmayın böyle durduğuma!

Ne ara bu muhabbete gelindi de teyze kime fırça kaydı bilinmez, normal seyrine geri döndü ve bu sefer;
-          İlerlerde yer var! Hissediyorum! Var bak ilerde! dedi.

Bu arada on dakika oldu ama ben teyzeyi hala göremiyorum... Teyze çaprazda bir yerde ve tahmini beş kişinin arkasından tüm otobüse seslenmeye çalışıyor, ama o beş kişi dahil teyzeyi gören yok!

Ayağa kalktım ve;
-          Konuşan teyze nerde birader! diye bir cümle kurdum...
-          buradayım evladım burada ayy.. diye bir yanıt almam normaldi
-          Teyzem gel otur sen gel.. diyerek kalktım beş kişinin üstüne çıktım teyze hala yok derken alttan, yandan bir taraftan kendini gösteren teyze saniyeler içinde boşalan koltuğa oturdu...

Otobüste ön taraftan başlayıp arka tarafa doğru yayılan bir alkış patladı. Evet alkışlar banaydı! İlk defa centilmenliğimin karşılığını alıyordum...

Teyze Allah razı olsundan bir başladı...
Başımın üstünde sevap bonusları mario’ daki gibi çılink çılink artıyordu...
Gel zaman git zaman teyze bu Allah razı olsun evladım, işin hayırlı gitsin, sağlıklı ol falan dileklerinden sonra yine nerden uğradı konuya bilinmez,
-          Öteki tarafta yerin hazır valla bak! dedi...
-          Aman teyze öteki tarafta yer hazır diye de yarın ilk iş almasınlar beni?
-          Aaa Allah korusun evladım!

Düşünsenize Azrail baba bir çetele tutuyor elinde, hoppa biri daha hazırladı yeri, haydi bakalım bi alim gelim şunu dese? Neyse ki teyzeyle bu konuda anlaşmaya varıyoruz, hop elinde ki poşetleri saçıyor yere...
-          Ay gitti valla gitti...
-          Ne gitti teyzecim dur alıyım ben?
-          Balıklar!
-          Balıklar? Hangi balıklar? What is the Balıklar? Balığın işi ne burada? WTF! be teyze...
-          Yemek yapacaktım! (radikal bir karar)

Velhasıl bu hattı bilenler için söylüyorum Gümüşsuyu’ndan yukarı çıkmaya başladık ve taksime de artık yavaş yavaş geliyoruz ama teyze ile ben tüm otobüse Karagöz Hacivat’tan birer bölüm oynadık yani... Hatta başka otobüslerden teklif bile aldık diyebilirim... Tüm otobüsçe, o trafiğin içinde normal zamanda 20 dk’lık yeri bir saatte gitmişte olsak iyi güldük...
Teşekkürler teyze! O koltuğu sen hak etmiştin...