27 Aralık 2010

Tamam Böyle Kalsın

Yorumsuz... Sadece dinleyin...


Nereden bakarsan bak hiçbir şey değişmez
Kötü bir roman gibi hikaye bir türlü gelişmez
Nasıl biliyorsan bil şartlamış bizi hayat
Bazen taze hissedersin bazen bayat
Sorgularken kendini uykudan hemen önce
Gücünü almıştır dünya parayı keşfedince

Ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın
Tamam böyle kalsın…

Neye inanırsan inan hepsi bilmece
Çözmeyi unuturlar sıra sana gelince
Biri yapmış bir resim ona benzeyeceksin
Çizgilerden taşarsan pek sevilmezsin
Kahveyi bile saat yönünde karıştırırken
Kravatını düzeltirsin emrini yudumlarken

Ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın...                Konuyla alakalı bir karikatür... (Selçuk ERDEM)
Tamam böyle kalsın...

REDD

http://fizy.com/#s/1agy4s
Bu şarkının linki dinlemek için sadece!

19 Aralık 2010

Kuşların Suyunu Kim Koyacak?

İlk yumurta adlı yazısını paylaştığım yazar Ferhan Şensoy'un, yine aynı kitabından güzel bir tespitini de blogumda  paylaşmak istedim sevgili tayfa. Okurken Ferhan Şensoy'un konuşma stilini ve sesini hayal ederek okuyunuz...


...

Her hasta doktordan biraz çekinir. Doktor bunu bilir ve tadını çıkartır. Kimi çok korkak tiplerin doktor ya da polis olma arzusu, burdan dürtükleniyor demekki. Her neyse, doktorda, dokturluk taslamanın alemi yok. Doktor bu ve fotokopisi, her ilacı bilen hasta tipine çok gıcık olur. Siz düşündüklerinizi doktora anlatmazken, doktor binbir latin deresinden ismi anlaşılmaz sular taşıyarak bir sürü aksaklık bulur, doktora geldiğinize bin pişman bedeninizde. Meğer ne rahatsızlıklarınız varmış da, sizin haberiniz yok. Üstelik kimi hastalıklarınızın adını bile tekrar edemiyorsunuz.
Doktor sizi günler boyu sürecek röntgen, tahlil, tomografi, sonografi, memegrafi, taşagrafi ve seyir ve hidrografi ve oşinografi serüvenine yolcu eder. Birden hayatınız kayar.Bu konuda doktorun ;
- Kaymış zaten daha ne kayıcak?
soğuk ve azraillengiz şakası sinir sisteminizi dingilletir. Al sepetten hiç hesapta olmayan bir ruhsal rahatsızlık. Kimi doktor daha da ileri giderek ;
- Ölümünüzden sonra organlarınızı bağışlamak ister misiniz?
gibi bir soru da patlatabilir.
Ne yani? Hemen mi ölüyoruz? Organlarımız ziyan olucak diye bir endişeniz mi var? Organlarımızı bağışlamalı mıyız? Yoksa hiçbir organımızı elletmeyip, kuşların su içebileceği küçük kurnası olan, üstü çiçekli bir mermer mezara mı konmalıyız? Bizim mezarın çiçeklerini kim sulayacak? Kuşların suyunu kim koyacak? Mermer mezar kaç para? Zaten mezar nerede? Gömülmelik yer mi kaldı? Demek ki en iyisi organlarımızı bağışlamak.
Dinden çok daha alçakgönüllü olan bilim bize sonsuz bir yaşam, cennet, cehennem ve benzeri ölüm ötesi turistik pembe programlar önermiyor.Sizin organlar n'olucak, diyor gayet kurşuni bir tavırla...
Görüldüğü gibi doktora gitmek, işi karıştırmaktan, dingin beyninizi koyu kahverengi bir sıkıntıya sokmaktan başka bir şeye yaramıyor. Doktorhane, hastane, eczaneşeytan üçgeni, sapasağlam insanı birden, lan galiba ölüyorum, menejitsel sapık düşüncesine yöneltebilir...
Bu yüzden "iyi olucak hastanın doktor ayağına gelir" derler. Çok şakacı atalarımızdan biri, durup dururken kıçından uydurmadı ya bu lafı! Yani ki size bir yararı olacaksa o doktorun, zaten çıkıp ayağınaza gelecektir, sizin onun ayağına gitmenizin özel bir yararı olmaz...



Ferhan ŞENSOY

16 Aralık 2010

Av Mevsimi

Geçen hafta izlediğim bu filmi bugün yazabilecek kadar gündemim yoğun ve yorucu sevgili günlük... Hatta haftalık... Aylık..Yıllık.. Yok yok haftalık iyi oldu...

Yavuz Tuğrul, Şener Şen ve Cem Yılmaz isimlerini duyunca, çok büyük beklentiler içine girmiş bilincimiz, film sonu geldiğinde inceden bir burukluk yaşıyor... Film olmamış! demek de olmuyor tabi ama... Baktığımız zaman, Her  şey çok güzel olacak, Eşkıya, Ağır Roman, İstanbul Kanatlarımın Altında gibi efsanevi filmlerin yanına yaklaşamayacak bir film demek daha elverişli hale geliyor... Bu filme gidin tavsiyesini veririm, keyif alırsınız ve ödediğiniz eğlence vergisi dahil ultrasonik sinema ücreti için de pişmanlık duymazsınız... Ama bana sorsanız ki bu filmi bir daha izler misin diye? ... ... Belki DVD'si çıkınca bir daha izlerim... Yazar burda demek istiyor ki; internete düşünce indirir, izlerim bir daha... Ama o kadar...
Oyunculuklara laf atamayız, hatta Cem Yılmaz daha da olgunlaşıyor artık bu alemde. Şener Şen zaten o Şener Şen yani... Gerçi TTnet reklamların da sağ olsunlar hala üstada PİRZOLA ET! gibi espiri yaptırtıyorlar ama olsun o işte para çok sağlam... Filme gitmeden önce bilinçaltımıza işletilen bir nokta da Cem Yılmaz'ın komik değil aksine hiç olmadığı kadar ciddi ve bir psikopatı canlandırdığı yazılmıştı. İzlediğiniz de anlarsınız ki öyle değil, gayet onun olduğu sahnelerde sadece biz değil tüm salonda gülüşmeler vardı...
Filmin konusu basitti... Kanal D'de yayınlanan Kanıt programında bu tür senaryolar hemen her hafta çıkıyor zaten. Bir cinayet ve bu cinayetin gizemi... Bu kadar... Üstelik neden o cinayetin işlendiğini de filmi ortalarına gelmeden anlayabiliyorsunuz... Halbuki bu tür filmlerde final sahnesine kadar herkesin aklında en az iki şüpheli kalır...
Filmin zaten internete düşmüş iki sağlam karesi var biri Cem Yılmaz seslendirdiği Kazım Koyuncu'dan tanıdığımız Hayde! türküsü, bir de barda Ete Kurttekin'nin şarkısı olan Benden adam olmaz'ı söylediği sahne...
Film, ehh işte sınıfının belki bir üstü lakin efsane sınıfının çok altında... Bir yıl öncesinden tanıtımları sinemalarda dönen o şiddetle de beklenti veren bu yapıt, yıllar sonra sadece Cem Yılmaz'ın Hayde türküsünü muhteşem söylemesiyle hatırlanacak...

7 Aralık 2010

David Beckham

O, Manchester United'lı efsane orta saha oyuncusu...

David Beckham benim için her zaman çok değerli bir futbolcudur ve öyle de kalacaktır. Küçüklüğüm de onu izler onun çektiği gibi şut çekmek için acayip çalışırdım. Onun o frikik için topu yere koyuşunu, kaleye bakışını ve gerilip duruşunu taklit ederdim. Çünkü Becks futbol tarihinde ki isabetli pas oranı, isabetli uzun topları ve 90'a teslim frikikleri ile dünyada bu işi yapan 3 oyuncu arasına rahat giren biridir. Fakat ne zaman Sir Alex Ferguson soyunma odasın da Beckham'ın yüzüne krampon isabet ettirdi, işte o anda kariyerinin en hatalı kararı verdirttirilmiş, talihsiz bir oyundur.

Olaydan sonra, Manu'yu çok sevmeme rağmen kulüpten ayrılmak istiyorum diyen Beckham, Real Madrid'in teklifine evet diyecek ve dünyanın en pahalı oyuncu transferinin gerçekleşmesine sebebiyet verecekti... Beckham ne var ki Real Madrid'te başarılı da olsa teknik direktör tarafından yavaşça takımdan sindirilecek ve Real Madrid her zaman ki takım kimyası bozukluğunla Beckham'ın performansını kötü etkiyecekti... İlk 11 şansını da yeni teknik direktörü sayesinde kaybeden Beckham artık bir marka olacak, magazin dünyasına girecek, yıldızlığını oynadığı reklamlarla ve sponsorlarıyla hatta çapkınlıklarıyla gösterecekti... Bunda elbette ki eşi Viktorya Beckham'ın da etkisi büyük olacaktı... Artık Real Madrid'te umduğunu bulamayan Beckham eşi ve çocuklarının isteğiyle yeni bir başlangıç için Amerika'yı tercih edecekti... Amerika'da bir Hollywood yıldızı gibi karşılanan Beckham, yeniden canlanmaya çalışsa da avrupanın dikkatini çekemeyecek ve kaptanlığını yaptığı İngiltere milli takımına yeniden girebilmek için tekrar avrupa ya geri dönmesi gerektiğini anlayacaktı... Milan'a kiralanan Becks,  oyunuyla milli takıma geri dönmüş hatta son kez katılmak istediği 2010 Dünya Kupası kadrosun da yer alacağı açıklanmıştı... İşte bu sefer de kariyerinin en talihsiz anını yaşayacaktı, Mart ayında bir lig maçında aşil tendonu kopan Beckham için Dünya Kupası hayali, oraya katılmak için her antrenman sonrası ekstradan bir saat çalışmaları, ailesini Amerika'da bırakıp İtalya da yaşaması boşa gidecekti... David Beckham şu an yeniden Amerika'ya dönmüş ve sakatlığı geçmiş, yaşı 37 olmuş, frikik gollerine ve yaptığı asistleriyle kariyerine devam eden bir futbolcudur...


Kısaca Beckham'ın ödülleri ve ilkleri ;

FIFA Yılın Futbolcusu Ödülü'ne iki defa aday oldu  ve 2004'de dünyanın yüksek ücretli futbolcusu seçildi, ayrıca Top-100 Şampiyonlar Ligi'ne giren ilk İngiliz oldu. O 2003 ve2004 senelerinde Google'da en çok arama yapılan kişi oldu. Bu tür küresel tanıma ile de seçkin bir reklam marka ve en moda ikonu haline geldi. Beckham İngiltere kaptanlığını 15 Kasım 2000'den 2006 FIFA Dünya Kupası'na kadar, tam 58 maçta kaptanlık yapmıştır. Halen 109 katılım ile İngiltere'nin en-kepli orta saha oyuncusudur.
Beckham, kariyerine Manchester United'te başladı, 1992'de 17 yaşında profesyonel futbolcu oldu. Onun zamanında 6 defa Premier Lig, 2 defa FA Cup ve 1999 yılında  Şampiyonlar Ligi kazanıldı. Daha sonra Manchester United'ten Real Madrid C.F.'ye geçti, orada 4 sezon oynadı. Bu kulüpte ilk La Liga şampiyonluğunu yaşadı.
Ocak 2007'de Real Madrid C.F.'den ayrıldı ve MLS takımlarından Los Angeles Galaxy'nin yolunu tuttu. Los Angeles Galaxy ile Beckham's sözleşmenin 1 Temmuz 2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir ve ona MLS tarihinin en yüksek oyuncu maaş verdi.İlk maçını Chelsea F.C. karşısında oynadı, ancak ilk golünü Kuzey Amerika SuperLiga 2007 yarı-finalinde attı. İlk lig başladığının ardından 18 Ağustos'ta Giants Stadyumu'nda rekor bir kalabalık önünde geldi. 
Ayrıca Beckham 7 Aralık 1994'te ilk UEFA Şampiyonlar Ligi golünü 4-0 kazandıkları Galatasaray maçında kaydetmiştir.


David Beckham'ın Türkiye'de yeniden gündeme gelmesi ise hayli gariptir... Sezon arası transfer dönemin de MLS ligi bittiği için yine avrupa da bir takıma kiralanma şansı doğmuş olduğu için şu sıralara, bu sezon oldukça çok yıldız ismi  Türkiye'ye getiren Beşiktaş Spor Kulübünün tecrübeli oyuncuyla ilgilenmesini duyurmasıdır...

21 Kasım 2010

Saçmalatmaca

Merhaba sevgili uzun süredir yazmadığım blog...

Girizgahımı biraz kısa tuttum çünkü anlatacağım şey kısa ortağım. Malum müptelası olduğumuz Facebook sitesinde yeni bir uygulama pırtladı, neymiş arkadaş röportajları yani  aç parantez neymiş, işte bir uygulamaya giriyosun tabi öncelikle senden tüm arkadaş listeni, iletişim bilgilerini almak için izin istiyor pek kibar şekilde, eh sende nazik biri olarak izin veriyosun çünkü içinde merak duygusu var, o duygunu bastıramayıp kabul edip izin veriyosun ve uygulamaya giriyosun... Ohh bi an içimiz rahatladı izini verince gevşekliğinden sonra sırayla sana o uygulamayı kullanan ya da rastgele galiba orasını çözemedim, arkadaşlarını önüne getiriyor ve onlarla ilgili otomatik çoktan seçmeli boktan soruları yanıtlamaya koyuluyorsun... Ben yaptım valla yaptım... Kimi sorular aslında güzeldi ama kimi sorularda baya saçmaydı. Erkek bir arkadaşımla ilgili mesela şöyle bir soru gelebiliyor, onunla baş başa nereye gitmek istersin?.... Efenim?... ya da seni şu an düşünüyor mudur erotikliğinde sorular... Neyse ki bu tip saçmalıyacağını önceden kestirmiş sistem cevapla-yanıtla butonunun hemen yanında bir de siktiret atla butonunu alternatif olarak veriyor... Böylece yanıtlamak istemediğin soruyu geçiyorsun... Bende yaptım gayet zevkli bi kaç soru çıktı yüzlerce soru içinden, yanıtladım baya aslında geyik bir şey olduğu kanısına vardım... Fakat sonra yani uygulamayı yaptın, cevaplar verdin, eyvalla tamam ondan sonrasında, yine pis bir merak kaldı içimde... Ülen benim hakkımda şimdi terso bir soru terso bir kişiye gelmesin, ola ki geldi şimdi o da terso bir cevap vermesin? Abi kapattım uygulamayı zaman geçti, gel zaman git zaman bakıyorum bakıyorum kimse benim hakkımda bişi yazmıyor, göndermiyor duvarıma... Alla alla neden acaba merak duygusu başlıyor hiç yeri yokken... Yok abi vallahi yazmıyorlar kimse cevaplamamış herkes beni atlamış anasını tezden 2. el siteden satıyım... Geliyorum gidiyorum yok, benim cevap verdiklerim bile beni atlıyor oğlum, kimse beni tiklemiyor mu, kimse beni sevmiyor mu pervasız psikolojimde yastığın altına kafamı sokup ağlıyorum sonra...
Facebook sende olmasan nasıl eğlenecektik biz...

20 Ekim 2010

TT NET

Ah canım ülkem... Sen nerelerden, nerelere geldin böyle söyle?
Şairane girişten sonra şimdi öyle bir konuya girişecem ki sevgili okur ve yazar ve tartışar tayfa aklınız dimanız duracak...
Bundan iki gün önce İstanbul'un en merkezi yerlerinden biri olan evimin muhitinde gece saat 22:00'de internetimiz gitti... Burası neresi idi peki? Taksim! İnternet bağlantısı hiçbir uyarı olmaksızın, hiçbir hata vermeksizin ansızın gitti ve saat 23:15 gibi geri geldi... 2010 yılında bu gibi problemlerin hala yaşanıyor olması konusunda ayrı bir yazı da tartışırız tabi ama benim asıl derdim kesintinin olduğu o arada ki yaşadıklarım...
Canım ciğerim tayfa, internet gittikten sonra rutin bir şekilde bir iki kere modeme restart atıp acaba bundan mı ki? sorusunu incelemeye almıştım, nitekim değilmiş, aygıt sorunsuz sualsiz çalışıyor en çalışkanından karınca Kemal abi gibi... Daha sonra TT NET çağrı merkezini arayım bakalım acaba borçtan dolayı mı kesili arıza falan mı çıktı ne zaman gelir? sorularına tatminkar cevapları bulurum dedim... Hattım da TL olarak 5 tl kalmıştı. Aradım çağrı merkezini, bant kaydı abla bana sırasıyla cümleler söyleyip illa sonunda da bir rakama basmamı rica ediyordu...
Basmadım... Basmadınız dedi... Evet basmıycam dedim... O da bu inatçıl yaklaşımımı fark etmiş olacak ki beni müşteri temsilcisine bağlamak için bekletmeye aldı... İşte filmin kopma, sinir hücrelerimin de dört nala savaşa gitmesi bu andan sonra oluştu...Çünkü bekleme hiç bitmiyordu... Bir tane beklerken bari sıkılmayasınız diye size bir şarkı koyuyorlar ki bu da kurumsal bir melodi oluyor genelde, onu dinleyip hiç sıkılmıyorsunuz.... İki bilemedin veya hadi bildin diyelim üç dakika geçti ben şarkıya kaptırmışken kendimi sonra yahu TL'lerim bitiyor, tamam şarkı güzelde hani bir konuşsak! dedim... Yok şarkı kendini ikinci kere otomatik başlattı hatta... İç dünyamda garip düşünceler oluşmaya başladı acaba bu bant kaydını müşteri temsilcisi ilen konuşmaya başladıktan sonra mı yoksa şu an da da kaydediyorlar mıdır? diye.. Çünkü ediyorlarsa belki de daha önce hiç duymadıkları, o andan sonra da gelecek zamanda da az rastlanabilecek hakaretleri yaratıp yaratıp söylüyordum...
Kapattım telefonu kalmış 3 Tl... Aradan 10 dk. falan geçti, tekrar aradım, neden aradım? çünkü bu sefer o robot ablanın bana benim temsilcim olarak, bayan ya da erkek kim olursa bağladığı anda acayip fırça kayacaktım... evet artık arıza hiç umrumda değildi, umrumda olan gayet seviyeli ama gayet te ağır bir konuşma yapmaktı.. Neredeyse beklerken dinlemek için verilen melodi kendisinin üçüncü tekrarını alacaktı ki hala telefonuma bakan yok arkadaş! Birincisi, yanlış hatırlamıyorsam bu yasal değil... İkincisi şu melodileri çoğaltın, manyak mısınız? aynı şarkıyı insanlara dinletiyorsunuz... Üçüncüsü, çağrı merkezin de çalışan kişi sayınız kaç? her şeyden önce kişi mi kendisi? Mola mı verdi, sigara içmeye mi gitti, nerde, ne yapıyor?  Dördüncüsü, borç hatırlatma servisiniz sabahın köründe aramakta hiç çekinmiyorda, ben gece onda arayınca mı ayıp oldu?  Beşincisi hani kuşlar ağaçlar bin bir renkli çiçekleriniz vardı? 
Saat 23:15 gibi kendiliğinden geldi internettimiz... Ama benim kontörüm bitti arayamıyorum sizi...

11 Ekim 2010

Okan Bayulgen

O, Kanal D'nin kuşkusuz ki çok büyük bir gücü. Reytingler zaten bunu gösteriyor. Haftanın tek günü Cumartesi geceleri başlayan ve pazar sabahına kadar süren programlarıyla uykusuz bırakan biriydi o. İlk başta asi,deli ve kendisini arayan bayanların yüzüne telefon kapatmasıyla da hem beğeni kazanmış hem çok eleştirilmişti. Ben o arayan bayanların ciddi anlamda o hareketi hakkettiklerini düşünen biriyim. Okan Bayulgen'i kafaya almaya çalışıp onun zekasıyla deyim yerindeyse sidik yarıştırmaya çalışmanın verdiği geri zekalı konuşmaları doğuran telefonlar tabi ki de yüzlerine kapanacaktı... Çünkü arayanlar da normal değillerdi...
Fakat Okan Bayulgen bu durumdan ve Zaga mantığından kendisi de sıkılmış olacak ki televizyon makinesi formatına geçti... Neydi bu, ortaya bir masa koymak ve konukları etrafına yüz yüze bakacakları şekilde yerleştirmek... Okan Bayulgen bazı medya salaklıklarına medya da olan biri olarak gayet açık bir dille ifade eden biri olarak artık bu yeni formatıyla bunu yerine getirebilecekti... Programlarına salak güzelleri, yeni yetme şarkıcıları konuk etmesi yine onun eleştirilmesine neden olacaktı fakat onları dikkate almadığını ve beceriksizliklerini herkese sunulmasını sağlamıştı... Okan Bayulgen hangi işini iyi yapan, üstat seviyesinde sanatçıları programına aldığında, onlarla dalga geçmiş ya da maymun etmişti? Yoktu böyle birşey...
Şimdi ise yeni sezonda, cumartesi, pazar ve pazartesi olmak üzere, ilerleyen haftalarda da salı günleri başlayacak, farklı formatlarda 4 program ile ekranlarda...
Televizyonu ve medyayı eleştiren birinin ki iki yıl önce bir yıllığına ekrana veda eden biri için, haftanın 4 günü ekranlar da olması, sistemin içine giren ve artık sistemden olan biri olarak görülmesine neden oldu...
Okan Bayulgen yeni formatlarına geçiş döneminde kemik kadrosunu hiç bozmamış ve yeni genç beyinleri ekibine almıştır... Aziz Kedi, Zeki Enes Akkan, Özgür dikkat çeken isimlerdir... Aziz Kedi ve Zeki Enes Akkan'ın mizah duygusu da farklıdır ve herkesin gülebilceği ya da anlayabileceği tarzdan uzakta bir yapıdadır...
Disko Kralı programında ki bölümlerde hiç farkettirmeden sert eleştireler yapan bu ekibi tebrik ediyorum... Kimler bunları algılıyor? kimler algılayamıyor?, istenen hedef kitleye ulaşabiliyor mu? kaynaktan çıkan bu mesajlar, bu konu da endişeliyim çünkü dediğim gibi üslupları farklı ve çok kendi aralarında...
Yeni program formatlarını çok başarılı buluyorum... Disko Kralı zaten uzun zamandır yapılan fakat eleştirmek adına daha net bölümler barındıran ve aslında özlenen bir program haline dönmüş. Kral Çıplak ise daha önce yine Okan Bayulgen'nin denediği tek koltuk ve masasız sade bir program biçimiydi ve şu ana kadar seçilen konuklar çok iyiydi...Konuklar hakkında yapılan belgeseller ve konukların yakın arkadaşlarının da ne kadar büyük isimler olsalar bile programın bir anında gelip şarkı söyleyip gitmesi benim ayrıca hayran kaldığım bir bölüm olmasına sebebiyet verdi... Çünkü ünlülerin, ünlüler deken şu popüler olan ama sanat adına birşey yapmayan medya kişilerinden, birbirleriyle polimiğe girip laf atıp laf sokan bi bakıma benim için gereksiz kişilerden böyle birşey beklemek imkansızdır..Neden? Çünkü onlar kendi tanıtımını, çıkardıkları yeni singıllarını tanıtmalarını ve bol bol şarkı söylemek isteyen hatta programa neden geç çıktım ki ben arkada bekliyorum yarım saattir diyebilecek kişilerdir... Gelin ilk programa bakalım, konuk Orhan Gencebay gibi bir müzisyen... Programda bir belgeselden sonra sahnede Gripin'i görüyoruz. Bir Orhan Gencebay şarkısını kendi tarzlarıyla söyleyip gidiyorlar, sonra Arif Sağ programın ortasında biryerde geliyor anılarını anlatıyor ve gidiyor... Peki dünkü programa gelelim, konuk kral Cem Adrian... Yine belgesel sonlarında Özge Fışkın geliyor düet yapıyorlar gidiyor, ve ben bugüne kadar bu tarz programlarda hiç görmediğim Düş Sokağı Sakinlerinden Murat Yılmazyıldırım, çıkıyor şarkısını söylüyor ve gidiyor...Ne bir böbürlenme, ne bir kendini beğenmişlik ve ne birbirlerine sahte övgüler... Böyle bir kaygıları yok çünkü...
Muhabbet Kralı ise gündem deki bir konu başlaığını yine o konu ilgili işler yapan ya da o konu ile bilgili kişileri masa etraına toplayarak muhabbet ettikler bir program... Son programını henüz bilmiyoruz fakat sanırım ki Hakkı Devrim'in katıldığı bir proram olacak kendisi...

29 Eylül 2010

Başa Bela Oyun

Yıl 2009, facebook sitesine yeni bir oyun geldi... Adı Farmville'di... Herkes çiftçi olup bir çiftlik sahibi oluyor, hayvanlarını otlatıp, ekinlerini ekiyor, biçiyor, topluyor ve para kazanıyordu...

Bende katıldım bu belaya ve her gün çiftliğimle ilgilenip ekinlerim çürümesin derdine düşecek kadar da bağlandım... Halbuki benim tek bağımlılığım Coca-Cola... Kolacım bu durumu anlayışla karşıladı, çünkü hem oynayıp hemde içebiliyordum kendisini...

Gel zaman git zaman sonra bi daha gel zaman derken oyundan soğuyup bırakma aşamasına geldim... Uzun zamandır bu sessizliğimi şu an yeni eklenen Footbocity oyunu ile bozmuş oldum...

Oyunu şu şekilde açıklamak isterim; Küçük bir kasaba size veriliyor ve bu kasaba bir futbol kasabası... Bir adet takım kuruluyor ve ismini forma rengini seçip başlıyorsunuz oyuna... Yerleşim birimi, stadyum, antrenman sahası, amigo binaları gibi tesisleri yükselterek geliştirerek devam ediyorsunuz... Bunun yanı sıra takımınızın sportif başarısından da sorumlusunuz... Arkadaşlarınızla ve oyun içinde ki ligde puan topluyorsunuz... Fakat oyun şu şekilde oyuncuyu oyunda tüm gün tutmayı başarıyor... Oyunda takımın morali, enerjisi, taraftarın takıma bağlılığı ve takım becerilerini her daim ayakta tutmanız gerekiyor ve daha fazla para kazanmak içinde satışları yönetmeniz, taraftar sayısını arttırmanız gerekiyor... İşte zati sorunumuz bu noktada başlıyor çünkü bunları yapmanız için oyun sürekli açık kalması gerekiyor, kaldı ki açık kalması da problem değil başında 15dk bir kontrol etmeniz gerekiyor çünkü arkadaşlarınız size casus veya amigo göndererek taraftar ve taktiklerinizi çalmaya çabalıyor...

Ah işte yeni belam bu tayfa... İşten eve geliyorum ve oyun sürekli açık... Tv izliyorum arkada oyun açık... Bakkala gidiyorum içimde ülen acaba çalmaya geldiler mi? diye bir telaşe...
Kısa sürede soğumak dileğiyle...

Bu arada takımımın adı gergedangücü...

6 Eylül 2010

İKİ DİL BİR BAVUL

Bugüne kadar nasıl izlemedim ki? sorusuyla bitirdiğim bir film...

Filmin ilk karesinde çok güzel plan görüp, tebrik ederek başladım filme.Daha o güzelim kare geçer geçmez ilk çekim hatası gözüme çarptı, hemen ardından birtane daha... Ülen nasıl çekim bu, kim çekmiş bunu, göt kalkmışlığıyla başladı yani benim için film...Çok biliyorum ya bu işi... Ancak hikayeye girdiğinde aklım başıma geldi ve düşündüklerimden pişman oldum...

Filmin öyküsünü kısaca kopyalayıp yapıştırayım tayfa.

İki Dil Bir Bavul üniversiteden yeni mezun olmuş ve uzak bir Kürt köyüne atanmış Türk öğretmenin bir yılını, onun okula yeni başlayan ve Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını anlatır. Bir yıl boyunca öğretmenin farklı bir topluluk ve kültür içindeki yalnızlığına, çocuklar ve köylülerle yaşadığı iletişim problemine, çocuklardaki değişime tanık oluruz. Bu süreç boyunca öğretmen ve çocuklar birbirlerini yavaş yavaş tanımaya ve anlamaya başlarlar.

Film belgesel türünde ve gayet başarılı. Film bir yılda çekilmiş. O kadar doğal tepkiler ve konuşmalar var ki... Bu fikri çekmek çok zor tayfa, çocuklarla  film çekiyorsun ki, çocuklarla çalışmak inanılmaz zordur...Kafanda düşündüğün ve yarattığını onlarla bir türlü birleştiremez deli olursun... İşte bu filmde bunu başarmışlar, ne kadar çile çekseler de... Çile diyorum çünkü çocuklarla iş yapıyorsunuz ve bu çocuklar Türkçe bilmiyorlar. Bu handikaplara rağmen harikulade doğal tepkilerini ve konuşmalarına şahit oluyoruz.
Doğuda ki hayatı, eğitimi, yaşam kalitesini direkt olarak öne sürmüşler, hatta gayet açık bir şekilde tokatı yanağımıza yemişiz... Orası neresi? Orası Türkiye'mi? Hala öyle yaşam kaldı mı? diye sorar durursunuz sevgili yeni nesil dostlar... Dolu dolu tartışma konusu bıraktı ardında bu film. Teknik hatalara girmeye hiç gerek yok. Zaten aldığı ödüllere baktığınızda bunu anlayabiliyorsunuz.
Bu filmi lüks hayatınıza, vurdum duymazlığınıza, kendini beğenmişliğinize, isyanlarınıza karşı bir tokat olarak alın lütfen o narin yanaklarınıza... Bir kez daha sorgulayın, düşünün...
Yapımcılara, senaristlere, yönetmenlere, çocuklara ve filmde tüm emeğe geçenlere yekten büyük bir teşekkür ediyorum...

27 Ağustos 2010

FİBA 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası

Türkiye dev organizasyonlardan birine ev sahipliği yapmaya başladı. Bu yazım açılış töreni hakkında olacak tabi ama öncelikle dev organizasyon hakkında bir not düşmek isterim.

Dev organizasyon daha başlamadan aslında devliğini kaybetti... Çünkü dünyanın dev yıldızları İstanbul'a ya da Türkiye'ye gelmemeyi seçtiler... Düşünün ki aylar öncesinden çekilen tanıtım filminde oyanyan NBA yıldızlarından hiçbiri gelmeyerek zaten dakika bir de ilk golü yememize neden oldu... Amerika rüya takımının oyuncuları tabi ki herkes tarafından heyecanla izlenecekti, Lebron James, Kobe... Bu iki isim basketbol tarihine geçen ve dünyanın ihayranlıkla takip ettiği gündemde ki iki yıldızı... Onlar yok ve daha niceleri...

Gelelim açılış töreninden notlara... İlk olarak sunucu seçimi Mehmet Ali Alabora gayet mantıklı bir seçim. Gerek diksiyonu, gerek karizması... Lakin Tülin Şahin? Güzel olabilir ama Cindy değil mi o? Bu bayan kişisi malesef kötüydü... Sunucuların ayrıca başarısız oldukları konu, anonslar vaktinde ellerinde ki kartlardan okuyup bize sunmaları oldu... Kardeşim ezberlesenize! İşiniz neydi? Tülin Şahin hanım neredeyse okurken tekliyecek! Kaldık mı bu dersten...

Müslüm baba falan tamam, Sezen Aksu tamam söyleyecek söz yok... İyi de Anadolu Ateşi varya... Troya Efsanesini canlandırdılar bize. Önce kalkanlı ve mızraklı savaşçı abiler doğu müziği ile dans ettiler, modern dans olarak... Daha sonra Troya halkı veya savaşçıları Karadeniz havasında horon teptiler... Ama neden ki? Troya ve horon ne alaka? Devam ediyor saçmalık döne döne danslar geliyor bu danslar modern danslar...ASlında işi özü şu, sahneye 50 kişi çıkartıyosunuz ve aynı anda hızlı ve zor hareketleri yapıyorlar, dans ediyorlar modern dans... Tabi efsane tahtadan atımız da geliyor sahneye. Troya halkının zılgıtlar halinde dansı eşliğinde, modern dans... İyi de bilader Troya ne alaka diyorsunuz...

Konser sahnesi başarılı, fakat Anadolu ateşi sahneye sığmadı malesef... Yönetmen kaçırmış olabilir bu küçük ayrıntıyı... Kamera çekimleri de berbat ama bu büyük olaylardan onları eleştirisi gelmiyor insanın... Kaldık mı sınıfta...

Gelelim finale... Kıraç çıkıyor sahneye, neden Kıraç? diye soruveriyorsunuz hemen... Çocuklarla şarkı söylenmeye çalışılıyor fakat Kıraç söylemiyor... Neden orda Kıraç? diye soruyorsunuz hemencecikten hemen sonra ki cikte... Kaldıkmı sınıfta...

İşte en finalde en canımı acıtan kısım geliyor tayfa... Bakıyoruz ki jenerik akmaya başladığında çalışanlar, organize eden ekip, teknik ekip yabancı meslektaşlardan oluşuyor... Ne diyelim ki?

Kaldık mı sınıfta? Kaldık be tayfa... Gene kaldık...

Inception

Muhteşem!
Tek kelime ile bu şekilde değerlendirebiliriz filmi... 

“Başlangıç/Inception” filmi, Emma Thomas ile birlikte yapımcılığını da üstlenen Christopher Nolan tarafından yazıldı ve yönetildi. Filmin yönetici yapımcıları Chris Brigham ve Thomas Tull, Jordan Goldberg ise ortak yapımcısı.


Nolan’ın kamera arkası ekibinde ise üç kez Oscar®’a aday gösterilen görüntü yönetmeni Wally Pfister (“The Dark Knight,” “The Prestige,” “Batman Begins”), yapım tasarımcısı Guy Hendrix Dyas (“Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull,” “Elizabeth: The Golden Age”), iki kez Oscar® adayı olan editör Lee Smith (“The Dark Knight,” “Master and Commander: The Far Side of the World”), Oscar® adayı kostüm tasarımcısı Jeffrey Kurland (“Bullets Over Broadway,” “Collateral”), ve Oscar® adayı özel efektler süpervizörü Chris Corbould (“The Dark Knight”) yer alıyorlar. Filmin müzikleri Oscar® ödüllü besteci Hans Zimmer (“The Dark Knight,” “The Lion King”) tarafından yapıldı.


Yönetmen Nolan filmi yazmaya 16 yaşında başlamış yani ilk olarak bilinçaltı ve rüya kavramları üstüne ne tür birşeyler yapılır o zamandan başlamış düşünmeye... Adam tam bir deli, adam tam bir deha... Momento ile başladım Nolan'ı takip etmeye ardından The Prestige filmi ile kendisine duyduğum hayranlık başlamıştı. Batman serileri ile klasik Batman dünyasını da farklı bir dünyaya çevirdi... İşte bu son filmi ile de bana göre yıla değil asırlara damgasını vurdu...


Filmde ki rüya kavramı ve zihne fikir ekme kavramını anlamaya çalıştıkça daha da derinleşen bir olgu haline geliyor...O kadar küçük ayrıntılar var ki filmde tek seyir yetmiyor. Oyuncular mükemmel, kullanılan kamera teknikleri, görsel efektler, kurgu, müzik, hikaye muhteşem o kadar heyecanlıydım ki sürekli küfrederek izleyebildim...


Şu çeviri işi ne olacak diye de düşündüm çünkü inception başlangıç demek değil...Filmde fikir ekmek olarak kullanılıyor ama bizde başlangıç olarak verilmiş... Bunu anlayamadım... Film Matrix'e benziyor diyenler var, yok öyle birşey benzemiyor... Filmin final sahnesinde hala acaba rüya da mı anlamadık diyenler var... Copp karakteri bunu zaten Mal'ı alt derinliklere göndererek umursamadığını belirtti... İster gerçek düna olsun ister rüya son sahne de fırıldağı masa da döndürmeye başladığın da bakmadan çocuklarının yanına gitti Copp... Neden çünkü artık umursamıyor, çünkü artık mutluluğu ve huzuru seçiyor... Özet olarak final de gayet sağlam...


Sonra ister istemez Türk sinemasını düşünmeye başladım...


Sinemadan çıktık, zaman kavramı yok oldu rüyadamıyız olayı yüzümüze yansımış, nereye gideceğimizi bilmiyoruz, kelimeler çıkmıyor ağzımızdan...


Herkese önerebileceğimiz bir muhteşem film olmuş İnception...

25 Ağustos 2010

Ramazan Geldi Hoş Geldi

Muhteşem atmosferler oluşturan davuluydu, topuydu, güllacıydı, eğlenceleriyle bizi büyüleyen Ramazan ayı, artık eski tadını vermiyor...
Sevgili tayfa inanır mısınız etrafımda ki çoğu oruç tutan kişiler o kadar çok şikayet dilekçeleri gönderiyorlar ki tanrıya... Havaların sıcak olmasından dem vuranlar, tüm günü uyuyarak geçirenler, acaip sinirli olanlar...
Sahura kalkmadan da oruç tutanlar var, uyanmak zor şimdi falan ayağıyla... Herhalde Tanrı sahur denilen zamanı işkence olsun diye ortaya atmamıştır. Yani ben öyle düşünüyorum. Ülkemizde bir şeyleri sürekli eksik yapma ya da sürekli kolaya kaçma gibi davranışlar elbette ki son zamanlar moda olarak ortaya çıkmamıştır. Her zaman bu böyleymiş. Ama işte..
Şikayetçi olanlar, sıcakta oruç tutupta sevap hanesine 10 puan daha yazdırabileceğini zannedenler, fırında pide alırken arada sıraya kaynayan ve onları linç etmeye çalışanlar... Hayır  baba oruç ya! ondan abi yoksa çok sakin bir adamdır o... İyi de banane? sinirlenip saçma sapan biri haline gelicekse tutmasın kardeşim!
Benim için Ramazan son derece Güllaç demektir!!Güllaç candır, süperdir hatta onbir ayın sultanı bilakis kendisidir... Gelin Güllacın ortaya çıkışı anlatmaya çalışayim sizlere. Araştırdıkta yazıyoruz buraya!...
Güllaç, Osmanlı zamanın da sarayda ki aşçı başı....
Yok böyle bir hikayem tamam...Ama nasıl bulunmuş olabilir ki düşünsenize, usta şimdi hamurları 4 kat 5 kat süte bandır, böyle arasına ceviz olur ne bileyim fındık fıstık at işte içine, şeker koy toz şeker ama fazlaya kaçma... Koy bakalım nasıl bişi olur?...
Usta acaip birşey yapmışsın ben sana söyleyeyim...Çok gereksiz ve mantıksız bir tatlı gibi görünsede tadı ve bana kattığı çok şey var Güllacın...
Eyvallah sevgili mucit abi...

24 Ağustos 2010

Kayıp Notalar

İsimsiz şarkılarımın kayıp notaları...
Meğer ne çok anlatmak isteyip sessizlik içine sızdırılmışım.Oysa ben hiç engelsiz koşardım bu yolu.
Meğer engeller varmış, hatta daha iyi koşanlar...

Gamlı yaslı notalarım dolaşıyor gitarımın perdelerinde. Üslubumu çok hoş buluyorum ama boşa çabalama içindeyim...

Belki ileride, belki dünde kaldı bile ama hala ben koşmak istiyorum...

15 Ağustos 2010

Referandun?

      Ülkemiz sakinleri yeni bir soruyla karşı karşıya... Referandum varmış önümüzde ki ay. İki tane cevap varmış bu soru ile ilgili ya Evet dersin ya da hayır. Emin değilim gibi belirsizliklere yer yok anlaşılan. Evet mi? veyahut Hayır mı? diye soruyolar en keskin bir bıçakla. İyi de soru ney?
     Yeni anayasa değişikliği olacakmış...Bazı maddeler değiştirilip bazı maddeler silinip bazı maddeler eklenmesi durumu gündeme gelmiş ama maddeler nedir?, orasını bilmiyoruz tam olarak... Kimse anlatmadı ki? Tabi bizde tembeliz azıcık, araştırma falan yapmak zor, gel dikiz ki neyi nerde araştırıcaz? Bu yönde doğru kaynaklara da öyle net ve kolay şekilde ulaşılmıyor. Bu ülkede çoğu şeye ulaşılamıyor zaten...Baştan engelli bir koşu bizimkisi...
     Yazık devlet büyüklerimiz de bu sıcaklarda şehir ve şehir dolaşıp Evet! diyin ya da Hayır! diyin diyorlar...
Sanıyoruz ki onlarında pek bir haberi yok nelere evet ya da hayır dedirtmek istediklerinin...
Bu ülkede iktidar sakat, muhalefet sakat, havalar sıcak,eğitim nanay...Hoppa şinanay anam hoppa şinanay...
     Ben ise küçüklüğümden beridir Erkan ağabeyimin oynattığı Evet-Hayır oyununu yeniden oynamak istiyor gibiyim... Evet ya da Hayır dememek için kasıyorum kendimi fakat illa bir şekilde dedirtiyor ya... Geçen gün oynadık bu oyunu, ben yine tam kıvamında kasarken kendimi, referanduma Evet mi dersin? sorusuna hiç düşünmeden Hayır! deyiveriyorum... Hoppaaaaa!! diye zıplıyor zihnimde ki Erkan ağabey ve İzmir marşı çalıyor fonda...

9 Ağustos 2010

Düş

Ve bir tarlanın ortasında, yarıçıplak bir halde bulmuştum kendimi...

Sefalar getirdiniz efendim dedi, göz bebeklerimin içine bakarak. Ben de duruşumu nizami bir kibarlığa alarak hoşbulduk dedim. Elimde tuttuğum dolma kalemimi kendisine uzattığımda burun delikleri genişlemeye başlamış, kaşları hafif çatılmış ve göz bebekleri büyüyordu git gide...

- Demek yazmayı bırakıyorsunuz? dedi...

Ben yazmayı bırakmamıştım ki, zaten ben hiç yazmamıştım ki... Kapıyı gösterdi sonra bana, çıktım. Arkama dönüp bakasım da yok değil aslında ama bakmıyorum, ilerde iki yol var, ben birini seçip acilen düşünceler dehlizimden kaçmam gerek olduğunu farkkettim.Biraz hızlandım arkama baktığımda o eski salaş ev yoktu...Şaşırdım! Üstelik ben daha yollardan birini de seçmemiştim...N'oldu ki? Tam yeniden yola koyulacakken ayağım kaydı, uçurumdan yuvarlanmaya ve hemen akabinde düşmeye başladım...

Ve bir tarlanın ortasında, yarıçıplak bir halde bulmuştum kendimi... Ayağa kalktım. Elbiselerim öyle saçılmış ki ve öyle kirlenmişler ki... Beyaz keten gömleğimi yerden aldığımda dolma kalem yere düştü... Farkkettiğim birşey vardı, gömleğim çamurdan çok mürekkeple kirlenmişti...







İlk Yumurta

Bilmiyorum siz benim gibi misiniz? Değilsinizdir herhalde. Niye benim gibi olacaksınız zaten! Benim gibi olmanın bana bir yararı yok ki, size bir pansumanı olsun! Gel dikiz ki, ben böyleyim. Bu bir yaratılış konumu. Herkes benim gibi olmak zorunda değil. Ve fakat benim gibi olmayanlar hiç olmazsa kendileri gibi olabilseler! Ne gezer? Onlar da herkes gibiler. Herkes gibi olmak bir tür sığınak. Sivri biber gibi ortada kalmanın insancıl ürküntüsü ve sürüyle gezmenin, kaval sesiyle süslenmiş güvencesi. Neyse ki öbürlerinden farklı olmak için yaratılmış, benim gibileri var ve iyi ki çoğunlukta değiller. Çünkü herkes benim gibi olsaydı, ben de herkes gibi biri olacaktım. Korkarım, kendimi çok daha yalnız, alıngan ve nezle hissedecektim. Aynalı çarşı bir gezintiye dönüşürdü yaşam, bu herkes “ben” dünyada.

- N’aber ben?
- Biliyosun!

Konuşacak şeyimiz de kalmayacaktı. Şimdi var mı sanki? Giderek yitiriyoruz cümle kurma becerimizi ve yürekliliğimizi. Olabildiğince saydam ve dört bir yana bükülgen tümcelerle idare ediyoruz vaziyeti. Boş konuşmayla sayıklama arasında gidip gelen içe dönük söylenmeler halindeyiz. Kimsenin birbirini dinlememesi, anlaşmamamızı sağlıyor. Sizi bilmem fakat ben doğduğumda dört buçuk yaşındaydım. Garip fakat gerçek! Buna ebemde çok şaşırdı, ebemkuşağı da. Ebem kuşaklıydı. Yani doğumdan itibaren yaşıma göre çok ileri bir çocuktum.Her çocuk öyle olmaz. Hiç bi bok olmayan çocuklar da var. Beş yaşına gelip tay tay duramayan, on yaşında saate bakıp anlamayan, on üç yaşında doğru dürüst konuşamayan çocuklar var. Onlar da yaşlarına göre az biraz geri kalmış çocuklardır.

...

Yirmi beş yaşındaki hala biberondan vazgeçemeyen oğlan çocukları ise, çocuk sınıflandırılmasına girmez; onun artık, hemen sünnet ettirilmesi, annesinden çok daha genç bir hanım tarafından emzirilmesi lazım...
Konu saçma gibi ortalığa yayıldı, bir saçmalık panayırı biçiminde. Kim bilir neyin hipotenüsü olarak, doğduğumda dört buçuk yaşındaydım, beş yaşıma ulaşmam gereksizce altı ay kadar sürdü. İlk oyuncağım olmadı, onunla oynamamış oldum. Doğrudan ikinci oyuncağımla giriş yaptım oynama dünyasına. İlkokul için iri bulundum, ortaokuldan başladım eğitimime. İlk paltom, ikinci el bir paltoydu, daha önce kuzenim giymişti. O da onun paltosu ilk paltosu muydu, bilemiyoruz... İlk sevgilim konusunda çok zorlandım. Bu gereksiz ıkınmamın sonucu, ilk sevgilim olmadı, hemen ikinci sevgilimi bularak işe koyuldum. İlk fındık kırışımda, az kalsın dişim kırııyordum!

İlk kitabım Kazancı yokuşu’nu yazdığımda, ustam Haldun Taner’e okuttum. Arka kapağına, düşüncelerini yazmasını rica ettim. Beni heveslendirici, yol gösterici övgüler yazdı, ancak dedi ki;

- İlk kitaplar hep ziyan olur.İlk kitabı yazmamak lazım.


Ferhan Şensoy
Eşeğin fikri



   İşte bu yüzden ilk yazımı Ferhan Şensoy'a bıraktım.İkinci yazımdan başlıycam Blog serüvenime sevgili tayfa...